Foucault’nun amacı modernite içine sinmiş iktidar odaklarının insanı kuşatan kılcal duvarlarını deşifre etmekti. Bunun için kitaplar yazdı. Deliliğin, hapishanenin, cinselliğin tarihlerini yazdı. İktidarı soydukça soydu ama her iktidarın içinden matruşka gibi yenileri çıkıyordu. “Normal dışı”nı kapatan, cezalandıran, itip kakan; “normal” olarak bellenmiş her şeyi bıkmadan usanmadan yeniden üreten “mikro iktidarları” gün yüzüne çıkardı. Disipline edici tüm mekanizmaları teşhis etti Foucault. Aynı zamanda Tezer Özlü’nün çok çektiği mekanizmalardı bunlar:
“Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla hiç bağdaşan yanım yok… Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlerinizle. Okullarınızla. İşyerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın dediniz. Aç kalmayı denedim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz… Ben bütün bunların dışındayım.”
Tezer Özlü’nün içini kemiren her bir köşesi ince ince planlanmış, hesaplanmış modern toplumun ta kendisiydi. Duvara talimatnameler astı modern toplum. Görünen ve görünmeyen talimatnameler kapladı dört bir yanı. Evin kuralları, okulun kuralları, iş yerinin kuralları, askerlik kuralları, aşk kuralları, ahlak kuralları, evlilik kuralları, ölüm kuralları… Baba, öğretmen, patron, komutan, polis, koca, imam kuralları… Kalkış saati, otobüs saati, okul saati, mesai saati, yemek saati, paydos saati, uyku saati… Emirler devam ediyordu: Karneni pekiyi ile doldur, sınavları geç, yine sınavları geç, iş bul, para kazan, iyi para kazan, eş bul, ev al, iyi koca ol, iyi karı ol, çocuk yap, geleceğini garanti altına al, başar, başar, başar… Çalış, didin ve öl.
“Her duvar dar. Her duvar kapalı. Her duvar insanın üzerinde bir baskı. Bu kentin (Berlin) her yerine daha önceki duvarlarımla birlikte gidiyorum. Ana babamın evinin dar duvarlarıyla. Evliliklerin bunaltıcı duvarlarıyla. Büroların sigara kokan duvarıyla. Okulların acımasız duvarlarıyla. Evlerin, hapishanelerin önlerinde insanların asıldığı, kurşunladığı duvarlar. Hastane duvarları. Tımarhane duvarları, mermer duvarlar, yoksul evlerin duvarları, ihtiyarlar yurdu duvarları, kulübe duvarları, gecekondu duvarları, kent duvarları, sistemlerin duvarları.”
Tezer Özlü dayanamayanlardan biriydi. Dayanmak istemedi veya. Hepsinden önemlisi saçma buldu “normal”i. “Küçük dünyanız sizin olsun,” demekle yetinmedi, duvarları yıkmak istedi. Baba evinde sabahları düdüklerle uyandırıldı. Çocuktu. Okulda Karlofça, Pasarofça antlaşmalarını, köklerin karelerini, formülleri, Müslümanlığın kurallarını ezberledi. Bütün öğrettiklerinizi unutmak istiyorum diye yazdı. Kent elektriğini kafasına verdi tımarhane doktorları. Dayandı. İki insanın sarılarak geçirdiği sarsıntı, özü olmalı evrenin dedi. Sarıldı. Bu hayattaki yegâne amacı kendi olarak var olmaktı. Kendi oldu.
“Pazar günleri… Şimdilerde… Sokak aralarından geçerken… gözüme pijamalı aile babaları ilişirse, kışın yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim… evlerin pencere camları buharlaşmışsa… odaların içine asılmış çamaşır görürsem… bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayımlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek isterim hep.”
Gitti de. Düzenin sterilize edilmiş en düzenli hali bile soluksuz bırakıyordu onu. Sistem her yerde olduğu için varmak değildi amacı. Sadece gitmekti. Kendi yaşamını bir manifestoya, karşı çıkışa, başkaldırıya çevirdi Tezer Özlü. Yazdı da hayatını. Yaşamın Ucuna Yolculuk bir roman değildi. Çok daha fazlasıydı. Yaşamın Ucuna Yolculuk’ta hem o yolculuğu gerçekten yaşayan hem de o yolculuğu yazan bir özneye dönüştü. Bir tiyatrocunun sahne üzerinde en yüksek performansına ulaştığı; bedeni ile ruhu, mimiği, teri, eti, kanı ile başka birine dönüştüğü o büyülü an gibi Tezer Özlü de Yaşamın Ucuna Yolculuk’ta hem yaratan hem de ortaya çıkan eser oldu. Üstelik hiç rol yapmadan başardı bunu. Bu sayede modern toplumun onu sürüklediği yabancılaşma hissinin dışına çıktı. Nefes aldı.
Foucault’ya göre okul göründüğü kadar masum değildi. Çocuklara bilgi öğretmekten başka işlevleri vardı. Hapishanelerin suçluları ıslah etmesi, akıl hastanelerinin delileri iyileştirmesi görünürdeki amaçlarıydı. Asıl hedeflenen normlara uyum sağlayamayanları kapatmaktı. Foucault’a göre tüm kurumlar modern kapitalist toplumun sorunsuz işlemesi için insanı disipline etme çarkını döndürüyorlardı. Ne aile ne din ne iş yeri ne de sokak bunun dışındaydı. Sistemin ihtiyaç duyduğu itaatkârlık beden beden, düşünce düşünce üretiliyordu milyonlarca ve milyonlarca defa. Bu dönüp duran çark Tezer Özlü’yü çıldırtan, bulantı olarak içine işleyen, yollara düşüren, mengene gibi boğazını sıkan modernitenin elleriydi, kollarıydı. Ama aynı zamanda o modernite insana yabancılaşmanın farkında olunmasını sağlayan bilinci de vermişti. Tezer Özlü bu çatışmayı yaşadı durdu hayatı boyunca. İtaat etmedi ama. “Ve bana geceler yetmiyor,” dedi. “Günler yetmiyor, insan olmak yetmiyor. Sözcükler, diller yetmiyor,” dedi. O hep dışarıda olandı. Yaşadıkları, hissettikleri ve yazdıklarıyla Foucault’u satır satır haklı çıkardı.
Emre CANER ( http://www.siyaz.net/foucault-ve-tezer-ozlu/ )
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder