31 Aralık 2010 Cuma

aç olan kızın dramı


Sabahın beş buçuğundan beri ayakta olan biri olarak, Kadıköy'ün nezih ortamlarından biri olan İş Bankası'nın karşısındaki Simit Sarayı'nda zaman kavramları beş dakikası kırkbeş dakikaya denk olan iki arkadaşımı bekliyorum. Sıkıntıdan ne yapacağımı bilemedim,bir de soğuk bildiğin ayaz,girdim aç karnına çay içtim. Her an ekrana kusabilirim.Susamlı simit yiyemem ben.Oturup milleti izliyorum ben de. Benim masam hariç bulunduğum katta yedi masa dolu. Altısında sevgililer oturuyor,liseli. Liselim. Hepsi el ele.İki ay sonra belki de birbirinize lanet ediyor olacaksınız,bu kadar samimiyete gerek yok bence.Diğerinde bir loser takımı oturuyor. Beş kişilik erkek grubu.Bunlar da liseli,beyaz gömlekleri,düğümleri göbeklerine inmiş gravatlarından belli. Saçları böyle apaçi tarzı dik dik olan bir oğlan çocuğumuz tuvaletten çıkan sevgilisine kırmızı gül verdi. Ben sana çiçek veremezsin demedim a çocuğum,adam olamazsın dedim.(Yazar burada kime laf sokmuştur?)

Tuvalete gittim. Bir kız diğerinin saçını yapıyor. Çantadan düzleştiriciyi çıkardı,beş dakikada yaptı valla. Saç düzleştirme konusunda sorun bende galiba. Benimki bir saatten fazla sürmekle beraber yanık kokuları da yayılıyor her yana.

Power Tv açık Sıla çalıyor.Acısa da öldürmez diyor.Bana böyle klişe kişisel gelişim laflarıyla gelmeyin be. Karnım aç,susadım ve üşüdüm ve bekletiliyorum.Tüm huysuzluğum bundan. Yoksa "insanlara" saygım sonsuz.Gıcıklaşıyorum muntazaman.(bunun başka versiyonu da vardı ya neyse bişey demiyorum.)Ulen bi gelin buraya ben sizin burnunuzdan getirmez miyim? Açım.

29 Aralık 2010 Çarşamba

terlik pazarı


Pazarlama üzerine ikinci makalem,bu diğerine nazaran hoş olmadı kanımca ama paylaşmak isterim.( Bu makale bir ödev için hazırlanmıştır, copy paste yapan arkadaşların dikkatine.)

İlk terlikler 1400 ‘lerde Avrupa’da giyilmeye başlanan topuksuz, yanları açık ayakkabılardı. 1900’ lere gelindiğinde Osmanlı saray mensupları da uzun topuklu terlikler, giymeye başlamıştı terlik satışları temmuz ve ağustos aylarında ortalama yüzde 20 artıyor. Türkiye’de terlik pazarının büyüklüğü, kayıtdışı üretim de dahil edildiğinde yaklaşık 470 milyon ABD dolarına ulaşıyor. Türkiye'de terlik pazarı son beş yıldır ciddi bir büyüme gösterdi. Reklamlara milyon dolarlık bütçeler ayrılıyor. İç pazardaki büyüme hızlı ancak tüketim düzeyi henüz gelişmiş pazarlarla kıyasalanabilecek düzeyde değil. Avrupa'da kişi başına yıllık 4 - 5 terlik düşüyor. Suudi Arabistan'da bu rakam, iklim koşulları ve alışkanlıklar nedeniyle yılda 10 - 12 çifte kadar çıkıyor. Ancak Türkiye'de 2 çifte bile ulaşmıyor. Terlik üreticileri 80 milyon çifti markalı yılda 150 milyon çift terlik üretiyorlar. Bu üretimin 50 milyon çifti ihraç ediliyor. 100 milyon çifti de iç piyasada satılıyor. Kayıtdışı üretim ile birlikte terlik pazarının büyüklüğü 400 milyon dolar.
Türkiye dünyada ikinci büyük ayakkabı ve terlik üretimi makine parkına sahip ülke, ayrıca dünyada altıncı büyük üretici. Ancak yetkililer kapasitede dünya ikincisi olan Türkiye'nin kapasitesinin ancak yüzde 40'ını kullandığını çünkü ihracat hacminin düşük olduğunu söylüyorlar. 1985 yılından beri terlik ihracatı yapan firmalar, üretimlerinin yarısını yurtdışına gönderiyor. Türk firmaların ürettiği terlikler Orta Doğu'dan Portekiz'e, Güney Afrika'dan ABD'ye ve hatta terlik sektöründe dünyanın en iyisi olarak bilinen İtalya'ya bile satılıyor.
Bazı firmaların ürünleri 'bavul ticareti' ile Avustralya'ya kadar ulaşırken bazıları da Rusya pazarında önemli paya sahipler. Firmalar talepleri daha iyi değerlendirebilmek için yurtdışında temsilcilikler açıyorlar.
İtalya ve Çin terlik ihracatında en önemli iki ülke. İtalya'nın 2 milyar dolarlık ihracatı var. Çin, yabancı pazarlarda Türk firmalarının en büyük rakibi. 10 milyar dolar civarında ihracatı var. Ancak Türk firmaları iki seçenek ile karşı karşıyalar: Çin'le rekabet edecek maliyetlere mi, yoksa İtalya ile rekabet edecek kaliteye mi ulaşılması doğru. Her firma bu iki seçeneğe göre yolunu belirlemeye çalışıyor.
Sektörün en büyük problemi 'merdivenaltı' denilen kayıtdışı üretim. Türkiye'deki terlik üretiminin yüzde 40'ının kayıtdışı gerçekleştiği belirtiliyor. Bu firmalar vergi vermedikleri, sigorta ödemedikleri için ucuz maliyetlerle piyasaya çıkıyorlar. Halkın alım gücünün düşüklüğü bu pazarı ayakta tutuyor.
Ayrıca eğitimsizlik ve firmaların kurumsallaşamaması da diğer sorunlar. Bu konuda oldukça duyarlı olan sektör firmaları İstanbul'da 2002 yılında açılan Ayakkabı Koleji'nin finansmanını kendileri sağlamışlar. (Milliyet Gazetesi,22/11/2003)
Sektörde özellikle 2001 yılında başlayan yoğun rekabet, bu yıl piyasaya Twigy'nin girmesi ile yeni bir boyut kazandı. Şirketlerin, Seda Sayan ve Sibel Can gibi ünlülerle yaptığı reklam rekabetine Twigy de katıldı.
Kayıtdışı üretim bir kenara bırakılırsa sektörün belli başlı yerli markaları arasında Polaris, Gezer, Muya, Ceyo var. Ceyo 2.5 milyon çift terlik üretim kapasitesine ulaştı. Türkiye'de 8 mağaza ve bin 200 cornerda satılıyor. Lübnan'da da altı mağazası var. Gezer'in kapasitesi 35 milyon çifte ulaşmış durumda. İç pazarda yüzde 30 paya sahip. 48 ülkeye ihracat yapıyor.
Muya, 52 ülkeye ihracat yapıyor. Yıllık 10 milyon çift terlik üretimi yapıyor, yüzde 60'ını ihraç ediyor. ABD ve Almanya'da kendi ofisleri, Rusya'da bir fabrikaları var.
Polaris, ana pazarı Rusya'da kriz olunca bot fabrikasında terlik üretimine (1999) başladı. 2002 yılında şirket 22 trilyon lira ciroya ulaştı. Yıllık üretim kapasitesi 3.5 milyon çift olan şirket 27 ülkeye ihracat yapıyor. . 2002 yılında 3 milyon dolarlık terlik ihracatı yapan Polaris'in bu yılki hedefi 10 milyon dolar.
Twigy markasının üretici firması Terteks Tekstil, 1989 yılından bu yana terlik ve ayakkabı ithalat ve dağıtımı alanında faaliyet gösteriyor. Barbie gibi dünyaca ünlü markaların Türkiye'deki dağıtımcısı olan Terteks firması De Fonseca ev ve moda grubu terliklerinin yetkili dağıtıcısı. Fenerbahçe, Beşiktaş ve Galatasaray kulüplerinin lisanslı terliklerini 'Twigy Taraftar' konseptiyle üretiyor.
Daha önceleri ayakkabı üreten şirketler, aynı zamanda terlik de üretiyordu. Bu da tasarımın göz ardı edilmesine neden oluyordu. Sadece terlik üretimi yapan şirketler ise ihracata yönelmiş durumdaydı. Ancak, yurtdışı pazarının daralmasıyla, Mü-Ya, Gezer gibi şirketler iç piyasaya girdi.

Sektörün ilk 4 markası Arow, Polaris, Gezer, Mü-Ya ve Ceyo dışında da çok sayıda üretici var. Ancak, marka üretim yapılmıyor. Sektörün toplam kapasitesi yılda 120 bin çift, hacminin ise 200-250 milyon dolar olduğu tahmin ediliyor.Son dönemlerdeki reklamların sektörü hareketlendirdiğine değinen Polaris terliklerinin üreticisi Ziylan Ayakkabı Genel Müdürü Mehmet Büyükekşi şöyle konuşuyor:

“Eskiden şirketler bu kadar reklam yapmazdı. Eskiden de varlardı. Ancak, ihracat yapılıyordu. İhracat performansı hala var. Özellikle fiyat segmenti ucuzolan ürünlerin daha büyük bir ihracat şansı bulunuyor. Sektörde büyüme yaşanacağını sanmıyorum. Kurulu kapasite Türkiye’nin ihtiyacının çok çok üstünde. Onun için ihracat yapılması lazım.(Capital,2002)
TERLİKTEKİ ŞİRKETLERİN ÖZEL YAPISI

Bundan üç beş yıl öncesine kadar ayakkabı imal eden şirketler, aynı zamanda terlik de üretiyordu. Her ne kadar bu alışkanlık hala sektörde devam etse de, artık sadece terlik üretimi yapan, terlik markasıyla ön planda olan şirketler var. Üstelik son zamanlarda bu şirketler arasında kıyasıya bir rekabet de yaşanıyor. Bir zamanların mütevazi şirketleri, şimdi büyük reklam kampanyalarıyla pazar paylarını artırma peşinde koşuyorlar. Gezer, Mü-Ya, Polaris ve Ceyo, ilk akla gelen şirketlerden...

Terlik pazarında iki ayrı oluşum olduğunu belirten Polaris markasının üreticisi Ziylan Ayakkabı Genel Müdürü Mehmet Büyükekşi şöyle devam ediyor:

“Genelde iki tür terlik üreticisi var. Üreticilerin çoğunluğu fiyatı düşük tutup, çok sayıda terlik imal ediyor. Biz ve bizim gibi birkaç şirket ise miktarı daha az ama kalitesi yüksek modaya uygun ürünleri tercih ediyor. Markaları olan şirketler daha önce ağırlıklı olarak ihracata çalışıyordu. Özellikle Rusya ve eski Doğu Bloku ülkeleri ihracatı pazarıydı. Bunlar yavaş yavaş iç piyasaya da yönelmeye başladılar.

Herkes pastadan bir pay alma yarışına girdi. 1990’larda yurtdışına ihracat yapılmaya başlanmıştı. Oralarda pazarın daralmasıyla birlikte tekrar Türkiye’ye dönüldü.”(Capital,2002)
GEZER

36 yıllık geçmişi var Gezer’in. Üç ayrı markada yılda 35 milyon çift terlik üretiyor. Reklam savaşına, orta gelir grubuna hitap eden ürünü Gezer’le girdi. Gezer, iç pazarın yüzde 30’unu elinde bulundurduğunu söylüyor. Ürünleri 45 ülkede satılıyor. Geçen yıl 17 milyon dolarlık ihracat yaptı. Gezer Terlikleri, arabesk starı Müslüm Gürses ile kendisi arasında bir paralellik kuruyor:
Ben de kendi kulvarımda tutarlıyım ve liderim, o da, diyor. Tabii bir amaç da kitlelerin dikkatini çekmek. Nitekim duruşu bile başlıbaşına olay kabul edilen Müslüm Baba reklamı gösterime girer girmez beklenen ilgiyi çekti. Ana reklamda önce bir televizyon görüyoruz. Müslüm Baba sırtı bize, yüzü orkestrasına dönük duruyor, belli ki prova yapıyor. Sonra darbukayı duyuyor, evdekileri görüyoruz. ‘Çok güzel, evet ne güzel’ diyorlar. Ekranda Müslüm Gürses beliriyor. ‘O sizin güzelliğiniz’ diyor. Spotlar halinde hazırlanan kısa reklamlarda ise mikrofon başına geçip önce ‘Achtung! Attention please!’ deyip dikkatimizi çektikten sonra ‘Ablalar gezer, abiler gezer’ ya da ‘Bebeler gezeer çocuklar gezer’ veya ‘Amcalar gezeer teyzeler gezeer’ diyor... Reklamın bütçesi 1 milyon dolar.

POLARİS

35 yıllık Ziylan Grubu, Polaris reklamlarının başarısı üzerine geçen yıl 100 milyon dolar ciro yaptı. Bu yıl hedef 120 milyon dolar. İtalya’da dört tasarımcı tarafından hazırlanıp, Türkiye’de iki tasarımcının elinde son şeklini alan terlikler B ve C gelir gruplarına hitap ediyor. Ziylan Grubu, markalı terlik pazarının yüzde 50’sine sahip olduğunu, geçen yıl Türkiye’de 5 milyon, yurtdışında 1.2 milyon terlik sattığını söylüyor.

Sibel Can’la başladı ancak patlamayı Seda Sayan’ın yer aldığı reklamlarla yaptı. Herkesin ablası, bacısı, kardeşi Seda Sayan, bu yıl yanına Metin Şentürk’ü de alıp yine ‘Terlikler Polaris, Tebrikler Polaris’ şarkısını söyleyecek.

Seda Sayan bir tüketici araştırması sonucu seçildi. Firma Seda Sayan’ın çok sevildiğini ve markanın bu sayede kitlelere ulaştığını düşünüyor. Kampanya sayesinde Polaris, Adrank hatırlanma / beğenilme araştırmasında 2003’ün en beğenilen 10 markası arasında 8’inci oldu. Bu yıl reklama Metin Şentürk katıldı. Şentürk, yine geniş kesimlerce sevilmesi, pozitif imajı ve Seda Sayan’a yakınlığı nedeniyle tercih edildi. 6 filmden oluşan yeni kampanya Sayan ve Şentürk’ün içten diyalogları üzerine kurulu.

TWİGY

Ünlü terlik markalarının ithalatçısı Terteks A.Ş. kendi ürünü Twigy’yi yeni sezonda ‘Bu Terlik, Tam Benlik’ sloganıyla sunuyor. Twigy Taraftar serisinde her yaş grubuna göre dört büyük futbol takımının renk ve simgelerini taşıyan ürünler bulunuyor. Modellerden biri Ferrari’nin tasarımlarını hazırlayan Pininfarina Enstitüsü’nden çıkma. Geçen yıl Türkiye’de 3 milyon terlik sattı, üç ülkeye ihracat yapıyor.

‘Bu Terlik Tam Benlik’ sloganıyla hazırlanan reklamda ünlü oyuncu yok. Filmde sokak satıcıları, karnaval kızları, plajda kumdan şekiller yapıp para kazanan adam gibi sıradan insanlar kullanılıyor.

Amaç dikkati ünlü birine değil, doğrudan ürüne yöneltmek. Kış reklamlarında terlik desenleri ön plana çıkarıldı. Avcı terliği avcı kıyafeti giyen kamyon şoförüyle, leopar desenli terlik leopar makyajlı kızla ekrana yansıtıldı. Yaz reklamlarında renklilik Rio Karnavalı’yla vurgulanıyor.Twigy’nin yeni modeli ise sinema tarihinin unutulmayan kötü adamlarından birisi olan Nuri Alço’nun vazgeçilmez sözleri olan ” Bana Abi Deme, Açılırsın İç Yavrum ” gibi pek çok sözü kullanılarak terliklere dese olarak kullanılmasıyla çıktı.Bu ürünün üniversite öğrencileri tarafından ilgi gösterileceği düşünülüyor.

MUYA

B ve C yani orta ve ortanın altındaki gelir gruplarını hedef alan firma 67 ülkeye terlik ihraç ediyor. Geçen yıl ihracatıyla İTKİB (İstanbul Tekstil ve Konfeksiyon İhracatçı Birlikleri) ödülü aldı. Muya, daha üst gelir grupları için Studio Blu adlı yeni bir koleksiyon hazırladı.

Reklama Tülin Şahin’in oynadığı bir filmle başlayan Muya, geçen yıl rakip firma reklamlarındaki Seda Sayan’ın karşısına Gülben Ergen’i çıkarmıştı. Ama bundan memnun kalmadı. Okan Bayülgen ve Erkan Taşdöğen’in oynadığı eleman tiplemelerini yayına soktu. Deniz Akkaya ile de çalışılmıştır.
Muya’nın reklamcısı Hülya Bal, ünlülerin araştırmalar sonucu belirlendiğini söylüyor. Okan Bayülgen büyük kadın hayran kitlesi olduğu için seçilmiş. Bu görevi Deniz Akkaya devraldı. Aya İrini’de çekilen film modern bir Külkedisi masalı. Elinde terlik Külkedisi’ni arayan prens tam aradığını bulmuşken bir cadıyla burun buruna geliyor. Hülya Bal, Deniz Akkaya’nın modelliğini yaptığı terliğin yok sattığını iddia ediyor.

ARROW

18 yıllık Pames A.Ş. terlik piyasasında İtalyan tasarımcıların elinden çıkan Arrow markasıyla faaliyet gösteriyor. Üretimin yüzde 20’si ihracata yönelik. 10 ülkeye Arrow markalı terlikler satılıyor.

Arrow reklam kampanyasının stratejisi markayı yapılandırmak ve farklılaştırmak. ‘Tek benzeri, öteki teki’ sloganıyla yürütülen reklam kampanyası için manken Aysun Kayacı seçildi. Markanın hatırlanabileceği, ürün özelliklerini vurgulayan, gülümseten bir reklam filmiyle başlandı. Darmadağınık, neredeyse bomboş bir evde ağlamaklı bir delikanlı yere uzanmış, hemen önündeki Arrow’a bakmakta, belli ki terk edilmenin acısını yaşamaktadır. Tam o sırada kapı açılır ve... Karşısında sevgilisi, yani Aysun Kayacı belirir. Geri mi dönmüştür, yoksa evdeki son eşyası olan Arrow’u almaya mı gelmiştir? Cevabı seyirciye aittir.

CEYO

Ceyo, Türkiye’nin eski terlik üreticilerinden biri. Marka 40 yıldır faaliyet gösteriyor. Genel Müdür Naki Kolsuz’un verdiği bilgiye göre yılda 2.5 milyon terlik üretiyor, iç pazarın yanısıra 17 ülkeye ihracat yapıyor. Geçen yıl 1. 5 milyon çift iç pazarda, 400 bin çift yurtdışında satılmış.
Firma geçtiğimiz yıllarda Ceyo ürünlerini, Çocuklar Duymasın dizisinin iki ünlü karakteri Selami ve Gönül tanıtmıştı.

and the wedding ring goes to...


Efenim,erkeklerin genel problemi en malından en enteline kadar kendilerini çok matah,her kız onlarla evlenmek istiyor sanmaları. Bu konu hakkında kıran kırana tartışırım,yalansa yalan diyin sıkıyorsa. Yoldan çevir sor,hepsinin bağlanma problemi vardır.Yemezler artık sadece bu yönde çalışan carpe diem ayaklarını.Ama birazdan ibretlik bir paylaşım yapacağım. Bundan sonra elinde doktor teşhisi ile gelmeyenlere hıı hıı evet diyerekten sallamama hareketi yapacağım.

Daha önce de arkadaş tasvirlerimden hatırlayacağınız gibi hikayemin kahramanı Anıl Şarkoğlu(bkz: Dağ,bayır,çayır,çimen).İllaki yapılan her sohbet bir noktada kadın-erkek ilişkilerine geliyor.Anıl'da anlatıyor;" olmuyor,bağlanamıyorum,bir noktadan sonra sıkılıyorum,neden yokken sıkıldım ayrılalım diyip başkasını buluyorum" anlamına gelen cümleler kuruyor"DU". Birkaç eski kız arkadaşından bahsetti(detaay vermiyim).Ve evet inandım.Tipine,tarzına bakıyorsun.Bu tarz tanıdığın kişilerle kıyaslıyorsun.Çok normal geliyor anlattıkları.Adam özgür çocuk yahuu.Oraya giderim,burdan gelirim,hesap vermem tarzında."Nereye gidiyorsun?" soruma verdiği cevap şu;"Ben yol beni nereye götürürse diye çıkıyorum, 1 hurc dağ malzemem, bir küçük çantada günlük kıyafetlerim var. O şekilde bu akşam yola çıkıyorum bir arkadaşımla beraber. Bakalım neler yapıcaz. O 5 gün kalacak, sonra yalnızım. Arada birileriyle takılıcam. Ben 2 hafta diyorum ama bakarsın 10 gün sürer, bakarsın 1 ay.:D". Böyle bir kişilik yani.

Geçen yıl Taksim'de buluştuğumuzda diyaloğumuz şuydu;
Anıl:Naber Derya,napıyosun? Aaaa zayıfladın mı sen?
Ben:İyi valla nolsun,aynı.Bilakis kilo aldım.
Anıl:Ben de iyiyim.Evlenmeyi düşünüyorum ben.
Ben:???? hmmm ok.

Telefonun ekranına sevdiceğinin fotoğrafını koymuş,facebookta ilişki durumunu belirtmiş,albüm yapmış,üstelik adını prenses koymuş."Seviyorum uleeeen!"diyerekten dolaşıyor ortalarda.Ve hakket evleniyor.Sevdiceği Emine'ye sormak istiyorum "taktiğin nedir,içeceğine bişey mi katıyorsun,bu işin sırrı ne yaa?".

Yaa sayın Şarkoğlu ne demiş atalar, "büyük lokma ye büyük söz konuşma". Hani nerde o özgür çocuk,hesap veriyorsun değil mi Emine'ye? Kılıbık mı oldun sen? Yaa işte insan ne oldum değil ne olucam demeliymiş değil mi. Haaaahaaaaayt.Düğünü çalgılı çengili yapın da yeni keşfettiğim içimdeki ankaralıyı paylaşayım sizinle. Mutluluğunuz baki olsun bro.

PS: bence çok ibretlik bir paylaşım oldu,elime yüreğime sağlık.bu arada ben fotoğraftaki yüzüğü çok beğendim,olur da almak isteyenler çıkar,işaret çakayım istedim.

27 Aralık 2010 Pazartesi

Bambaşka bir gün


Bugün okuldan çıkışımı aldım.Artık hiçbir bağlantım kalmadı.Final haftasıymış,milletin elinde ders notları hem söylenip hem ders çalışıyorlar.Asla özlememişim. Sevdiklerimi gördüm,karşılaşmak istemediklerimle de karşılaştım.Nasip kısmet, hiç böyle hayal etmemiştim.Elimde kağıt parçaları çıktım gittim.

Melike'yi aradım."Yolda bir kız gördüm,aynı sana benziyordu arayayım" dedim ona. Evde olduğunu öğrenince de evine gittim.Süpriiiiiz, ben geldim.Konuştuk ettik,hatta çenem düştü,konudan konuya atladım.Sonra çay bahçesine gittim,ulen her yer mi değişir bee? Değişmiş.Anılar, iyi kötü hepsi. Rektörlüğün önüne bir tane simit arabası koymuşlar. Bizim okulda böyle birşey olcak, İstek A.Ş. buna izin verecek? Şaşırdım.Gerçekse çok komik,şakaysa hiç komik değil.Bir de simit 1 lira 25 kuruş. Ohaa bee. Simitçiye gidip dedim ki;" Abi,sen sivil polis misin?".Adam şaşırdı,tükürüğü genzine kaçtı galiba gıcık geldi. Ben de kaçtım nolur nolmaz.

Araba maceramı anlatmazsam bugünüm eksik geçer. Pınar ve Merve geldi. Onlar Mecidiyeköy'e giderken beni de metrobüse bırakacaklardı sözde. Optimuma kadar geldik.Ordan Sema ve Kıvılcım'ı alacaktık. Onları alırken yemek yedik,bir kaç makyajlık malzeme aldık. Sonra yola çıktık,o ne yol arkadaş yaa? Milim milim gidiyor.Mecidiyeköy sapağını kaçırıp Çağlayan'dan dolaştık ama milim milim.Araba da bir ara isyan etti,bilmediğimiz bir işareti yanıp söndü, bağırdı falan.Neyse ki sustu. Sonra Mecidiyeköy'de akan trafikte indim,metrobüse doğru koşar adımlarla gittim. Merve arabanın radyosunu rahat bırak. =)

Çok enteresan birgündü.Ama gördüğüme sevindim.

24 Aralık 2010 Cuma

babam kızdı


Bugün babam bana kızdı. Ama çok moralim bozuldu,ben de anneme söylendim. Sonra annem de babamı aradı "ne kızıyorsun kıza?" diye babama kızdı.

Babam beni aramış bilmem kaç defa. Ben de duymadım ya da hissetmedim. 5 yıldır telefonumun sesini duyan yok,titreşimde kullanıyorum. Sanırım psikolojik, telefonumun sesini duyunca böyle bir göğsüm sıkışıyor,kalbim ağrıyor,daralıyorum falan.Ben de kıstım sesini gitti. Gerçi sesi açık olsa da çok verimli kullandığımı söyleyemeyeceğim. Atıyorum bir tarafa, ayrı ayrı takılıyoruz. Hatta bazen öyle bir bırakıyorum ki, bir kaç gün birbirimizi görmüyoruz bile. Şarjı bitmiş bir şekilde buluyorum kendisini. O yüzden bana telefonla ulaşmaya çalışmayın,mail atın,daha kısa sürede dönüş yaparım. Yaptığım iş başvurularında bile belirtiyorum bunu. Ama ısrarla anlamıyorlar.

Neyse ben telefonu açmadım diye babam bana kızdı. Sağırsan doktora falan götüreyim dedi, ben de lüzumu yok dedim. Klasiktir, " ya acil birşey olsa,düşsem,ölsem nasıl ulaşacağım ben sana?" dedi. Ben de "annemi ara" dedim. Ve yine kızdı. "O telefonu götünde mi gezdirirsin boynuna mı asarsın ben bilmem, ilk çaldırdığımda açacaksın"dedi. Anlamadığım şey de şu; telefonu elimden düşürmesem, nereye gitsem yanımda götürsem bu sefer de diyecek ki; "senin telefonla ne işin var,artiz misin, iş adamı mısın?". Nedir bu ya, orta yolu yok mu bu işin? Cevap verince de "senin babanın ağzına s.çim, yetiştirdiği evlat bu kadar olur." diyor. Bayılazaaaaam.

22 Aralık 2010 Çarşamba

disleksi


kardeşime disleksi teşhisi konuldu. insanoğlu olarak bazı şeyler g.tümüze girince yüzümüzü o tarafa çeviriyoruz.
1988 yılında, abd ulusal öğrenme bozukluğu birleşik komitesinin (njcld) yayınladığı tanıma göre; "öğrenme bozukluğu genel bir terimdir ve dinleme, konuşma, okuma, akıl yürütme ile matematik yeteneklerinin kazanılmasında ve kullanılmasında önemli güçlüklerle kendini gösteren, heterojen bir bozukluk grubudur." okuma sorunları için disleksi (dyslexia), yazı sorunları için disgrafi (disgraphia), matematik sorunları için diskalkuli (dyscalculia) terimleri kullanılır. ilk bulgular, 1896 yılında bir ingiliz doktor olan w. pringle morgan tarafından elde edilmiştir.

ilk başlarda disleksinin görme sistemiyle ilgili olduğu düşünülmüş; çünkü disleksinin en belirgin özelliklerinden biri, harflerin ve kelimelerin karıştırılması ve tersten algılanmasıdır. bu inanışla, disleksiyle baş etmek için göz eğitimleri yaptırılmış fakat bunların bir ilerleme sağlamadığı anlaşılmış. bunun üzerine yapılan çalışmalarda, disleksinin görmeyle ilgili bir bozukluk olmayıp, dil sistemiyle ilgili bir aksaklık olduğuna dair bulgular elde edilmiş. bu bulgular, neden zeka düzeyi yüksek bazı insanların okumayı öğrenmede ve dille ilişkili bazı işleri yapmada zorluk çektiklerini de açıklar. günümüzde disleksi bir hastalık değil, beynin işleyişiyle ilgili farklılıklardan ötürü meydana gelen bir aksaklık olarak kabul edilmeye başlanmıştir.

liberman’a göre konuşma doğal olarak gelişir fakat okuma bir buluştur ve öğrenilir. işte bu öğretim sırasında disleksili çocuklar beyin işleyişlerindeki aksaklığın kurbanı olurlar. nasıl mı? alfabeyi öğrenmede zorluk çekme, harf yönlerini ve şekillerini karıştırma, ses ve heceleri birleştirmede zorlanma, harflerin ya da hecelerin yerini değiştirme, yeni kelimeleri öğrenmede zorluk çekme, aşırı heceleme, hızlı okuyamama, okurken satır veya kelime atlama gibi. bunlar okumayı ilk öğrenmeye başladıkları zaman üstesinden gelmek zorunda kaldıkları sorunlar. sadece bu kadar mı?* yazılanları kopyalamada zorlanma, yön tayininde güçlükler yaşama, uzaklık ve derinlik algılamasında sorunlar, dün, bugün ve yarın gibi zaman kavramlarını sıralamada güçlük, görsel mekansal analiz yapamama problemleri de vardır. hayatları boyunca bu zorluklarla savaş halinde olacaklar…

peki, sadece akademik sorunlar mı yaratır disleksi? maalesef çok daha fazlası... disleksi genelde ilköğretim 1’de fark edilir. tanı konulana dek, dislektik çocuklar en sık yargılanan, eleştirilen ve suçlanan çocuklardır. okul başarısının düşüklüğünden ötürü tembel, dağınıklığından ötürü savruk, sağ-sol kavramlarını karıştırmasından ötürü aptal, harfleri karıştırması nedeniyle dikkatsiz gibi yaftalar yapıştırıldığı için çocuğun üzerinde oldukça ağır bir yük vardır. üstelik gelişimsel koordinasyon bozukluğundan ötürü, kaslarını tam olarak kontrol edemeyen sakarlık abidesinin sosyal hayatı bu halinden oldukça etkilenir. “ne de olsa düşüp duruyor. bizim takımda oynamasın!” denerek oyun gruplarına alınmaz. arkadaşları, kırmasından korkarak oyuncaklarını paylaşmak istemezler. çeşitli organizasyonlardan uzak tutulur. evde anne-babası devamlı olarak onu etraftan sakınırlar. aile ve öğretmen, problemin disleksiden kaynaklandığını anlayana dek çocuğa yüklenir; ki tanıdan sonra bile yüklenilir. üstelik doğru tanı oranı %6,6 olarak geçer! peki çocuk n’apar? dışlanma ve ayrımdan ötürü kendine güveni oldukça zedelenen çocuk, içten içe öfke duymaya başlar. bu da etrafındaki kişi ve eşyalara daha çok zarar verme, saldırganlık ve hırçınlık olarak dışa vurur. neden başarılı olamadığını anlayamaz; öz güvenini zedelenir, benlik saygısı azalır.diğerlerinden farkı, kendisini anormal ve garip hissettirir. bu da toplumdan kaçınmasına, giderek asosyalleşmesine neden olur. okula gitmek istemez. aileden uzaklaşır… aslında arkadaşlarının kendisi ile ilgili acımasız eleştiriler yapmasından, öğretmeninin azarlamasından ve ailesinin baskısından kaçınmaya çalışır. çocuk hayattan soğuyup, içe kapanık davranışlar sergilemeye başlar.

zekâsından kuşku duyulduğu için, normal hatta üstün zekâsına ve yeteneklerine rağmen başarabileceği konulardan uzak durur. konsantrasyon ve dikkat bozukluğu yaşayabilirler. bu yüzden başladıkları işleri yarım bırakma eğilimi gösterebilirler. bkz: leonardo da vinci

disleksi, konuşmasına da yansıdıysa işi iyice zorlaşır! konuşma bozukluğundan ötürü derdini anlatmada ve düşündüklerini ifade etmekte zorlanacaktır. saçmalama veya boş konuşma olarak görüneceği için, insanlar dislektik çocuğu uzun süre dinlemez. bu da çocuğu fazlasıyla etkiler. kendini ifade edememenin hırçınlığı, kimsenin ciddiyetle kendisini dinlemediği ve anlamadığı düşüncesiyle birleşerek çocuğu bunalıma sürükleyebilir.

disleksi nasıl ortaya çıkıyor diyorsanız; disleksi kalıtımsal olabilir. bunun yanı sıra doğum öncesi-sonrası komplikasyonlar yüzünden de ortaya çıkabilmektedir. yetersiz ve dengesiz beslenme, gebelik sırasında geçirilen enfeksiyonlar, bilinçsiz ilaç kullanımı, uzun ve zor doğum, plesenta anomalileri disleksiye sebep olabilir.

bu çocuklara safra kesesi muamelesi yapan dangalaklar yüzünden, parlak zekalı pek çok insan heba oluyor! yıldız gibi kayıp gidiyorlar hayattan...

20 Aralık 2010 Pazartesi

the motions


This might hurt
It’s not safe
But I know that I’ve gotta make a change
I don’t care
If I break
At least I’ll be feeling something
‘Cause just ok
Is not enough
Help me fight through the nothingness of life

I don’t wanna go through the motions
I don’t wanna go one more day
Without Your all consuming passion inside of me
I don’t wanna spend my whole life asking
What if I had given everything?
Instead of going through the motions

No regrets
Not this time
I’m gonna let my heart defeat my mind
Let Your love
Make me whole
I think I’m finally feeling something

Take me all the way
Take me all the way
Take me all the way

http://www.youtube.com/watch?v=qaHmiFaX_pk

18 Aralık 2010 Cumartesi

Dağ,bayır,çayır,çimen


Arkadaş serimden devam ediyorum.
Anıl Şarkoğlu,facebook'taki arkadaşlık talebime karşılık "pardon,tanışıyor muyuz?" tarzında mesaj atarak arkadaşlığımızın ilk adımlarını atmış olduk. Yıl 2008 sanırım, Arı Hareketi'nde GençNet projesi için gönüllü çalışıyorum. Ve yapılacak projeler için katılımcıları yönlendirecek ilgili kişiler lazımdı. Konuyla alakalı olarak internette çeşitlli sayfalardan çeşitli isimler bulup bir şekilde iletişime geçtim. Anıl'da onlardan biri. Attığım maile karşılık vermeyince faceden buldum ekledim valla. Bu proje boyunca tanıştığım kişilerle arkadaşlıklarım hepsi bu şekil sonlanmadı tabi ki. 2 gün boyunca kaçtığım kişiler de oldu.

Anıl,bir dağcı, bir eğitmen,bir mühendis. Detaylı bilgi için bkz: http://www.anilsarkoglu.com.tr/

Sitenin çok da hoş bir müziği varmış. Eğer olurda, kollarımı iki yana açıp,çığlık atarak dağlara koşmak istiyorum derseniz iletişime geçin derim. YTÜDAK'ın aktif çalışanlarından. Gerçi 2 yıldır beni Ballıkayalara götürecek ama, nerdeeee. En son görüşmemizde bunu sana farklı tarzlarda söylemek için boy boy laflar hazırlamıştım ama sen çok derin mevzular açtın, unuttum yaaa. Çok büyük pişmanlık duyuyorm şu an.


Adrenalin'de çalışıyordu. Hatta arkadaşlarım arasında çok meşhur olan, beni sebil olarak görmelerini sağlayan Marmot mataramı bana hediye etti. Arkadaşlarımın çoğuna dert yanmaktan hoşlanmıyorum ama çaktırmadan anlattım,çaktırmadan dinledi,yönlendirdi. Gerçi bir yerlere tırmanışlara gittiğinde rahatsız olmuyor değilim ama fesat bir rahatsızlık değil. Yanımdan biri 2 adımlık yolu gittiğinde tembih ediyorum,"varınca beni ara, yolda kimseye bulaşma,yabancılardan biri bişey verirse salak gibi alıp yeme" tarzında. Benimki de böyle bir rahatsızlık. Hatta sene 2008 ya da 2009 bilemiyorum, neresi olduğunu da hatırlamıyorum. Bir yerde kamp yapanlara mı,yürüyüş yapanları bilemedim üzerlerine çığ düşmüştü. Anıl'da bir yerde kamptaydı ve hemen mesaj attığımı hatırlıyorum "sağlam mısınız?" diye. Tanıdığım kimse ölmesin istiyorum, ne var yani bunda? Gönül isterdi ki tırmanışlarından bahsedeyim ama bana ne kadar anlatsa,izah etse,şuraya buraya gittim dese,benim bildiğim bir uludağ,bir Palandöken,bir Baba Dağı, bir Allahuekber Dağları,bir Toroslar,bir de Hasan Dağı olduğu için pek aklımdan tutabileceğimi sanmıyorum.Coğrafyam çok kıt ya.


Ama biliyor musun, seninle sohbet etmek gerçekten çok hoş. Vurucu noktayı hep sona saklıyorsun,ne olmuş yani senin kilona yakınsam, obezlik yolunda adım adım ilerliyorsam? Ben bir kader kurbanıyım bu konuda. Kopmamak dileğiyle..


14 Aralık 2010 Salı

dosttuk biz.


Eski dostlarla dosdoğru dost olunur geçmişte. O seni anlar sen onu... Hiç konuşmadan, tek sözcük dahi tüketmeden, bir sonbahar vakti demliklerce zehir gibi çaylar içilir birlikte. Sonbahar birlikte koklanir hiç konuşmadan ve içilen demlerin yoğunlugu kadar ağir yaşamlar paylaiilir o sessizlik ve tarifsiz zaman dilimlerinde.

Yol arkadaşi olunur, yoldaş olunur eski dostlarla. Barikatlarda yanyana dövüşülür. En mahrem mektupların çekincesizce emanet edileceği tek kişidir o.

... ve gözyaşı dökülecekse aranılan omuzdur onunki. Ne var ki heryerde, kalabalıkların ortasında kandan gözyası dökülür ama o omuza bir göz sürmek korkutur insanı kimi zaman. O ağladığını görmemelidir. Ağladığını görmesini istemediğini de bilmelidir; ve bilir. Adını nasıl biliyorsa öyle bilir.

En güzel günaydınlar onadır. En tahakkûmsüz başkaldırılar ona karşıdır. Onlar eski dostlardır. Komsu camını kırdığında adı asla verilmeyecek kişilerdir onlar.

Onlar hep güzeldir. Saçı başı özlenir. Yıllar geçer, anılar ağır çekimde batar gözlere. Bir tane de fotoğrafı yoktur. Ve hiç olmamıştır da ne garip. Nasıl olur bilinmez bir vakit gelir onlara eski dost denir meclislerde adı geçince.

'eski' olsalar da dost sözcüğünü hep haketmişlerdir.

Dost, arkadaş gibi değildir. Daha bir paylaşılır onunla, daha bir anlamlıdır her şey. Çok sağlamdır aradaki ilişki ve ayrılık düşmüşse araya o da sağlam bir kavgadandır; çünkü basit şeyler değildir dostluğu bitiren, sınırlarınızı aşmış bir şeydir aranıza giren, işte bundandır ayrılık. sonra büyürsün ve sınırların genişler, öncesinde arayı açmanıza sebeb olan nedenlerle başa çıkabilirsiniz bir süre sonra. İşte o zaman hüzün yayılır içine, bu sebeble miydi ayrılığımız, kırgınlığımız dersin.Kabullenmezsin, doğrusuda budur. Eski dost gelir aklına, bütün o hatıralarla beraber çıkagelir, artık kaçmazsın, durdurmazsın, yan çizmezsin, dost a teslim olursun, direnen gururunu ezer geçersin, en güzeli de budur gururu ezmenin, gurur ezilmeye ses etmez, bilir ki dost tekrar onu ayağa kaldıracaktır. Bilir ki eski dost düşman olmaz. Bir yerlerden kopan mazi, şimdiye bağlanır ve dost ile geleceğe yol alır.Dost, tekrar denemeyi en çok hak edendir.

iki kişi iki kıyıda karşılıklı
bakışları gölgeli ince bir hüzünle
aynı rakıyla dumanlı dillerinde aynı şarkı
kim inanır ki düşman olduklarına

memleket aşkının ne dili var ne dini
doğmaya gör o anda yakar yüreğini
komşu olmak bundan böyle yazılmışken alnımıza
gel de ağlama şu düşman halimize

13 Aralık 2010 Pazartesi

Böyle,birine Merdo türküsünü söyliyesim var içli bir şekilde. Tuhaf bir his.Bir daha o ilacı kullanmayacağım, çok duygusal yapıyor beni..

Aşık Mahzuni Şerif, kaçan ve geri dönmemesini tembihlediği halde dönüp, pusuda vurulan arkadaşı Merdo için yazdığı bir ağıt.

sana bir gün olsun
gülmedi hayat
kaderi berbat merdo merdo
burası gurbet, burası gurbet

gelme demedim mi merdo
dönme demedim mi
vururlar seni merdo merdo
söylemedim mi söylemedim mi

köprünün başında merdo
pusu kurarlar
seni ararlar merdo merdo
izin sorarlar, seni kırarlar

gelme demedim mi merdo
dönme demedim mi
vururlar seni merdo merdo
söylemedim mi, söylemedim mi

mahzuni yandı sana merdo
bitti baharım
bahar aylarım merdo merdo
soldu dağlarım, yeşil bağlarım

gelme demedim mi merdo
dönme demedim mi
vururlar seni merdo merdo
söylemedim mi, söylemedim mi

http://www.dailymotion.com/video/xiyyp_edip-akbayram-merdo-live_music

11 Aralık 2010 Cumartesi

özlemek sevmekten gelir.


Aaaaah bilebilirmiydim sizi bu kadar özleyeceğimi?

Burcu benim oda arkadaşımdı. 3 yıl mı kaldık len beraber? 2005 yılı, okul başlamak üzere.Tam tarih vereyim de oha diyin. 7 Ekim 2005. Yurda yerleşmek için kampüse geldik,annem,ben, abim,kardeşim. Kayıt için yurt binasına girdiğimizde bizden önce bir aile daha giriyordu. Kızın biri hemen form doldurmaya başlamıştı.Dedim ben de geldim,ne yapmam gerekiyor? Bana da form verdiler, kadın soru sormaya başladı diğer kıza. Dedi " sigara içiyor musun?". "Hayır" dedi. Bana sordu içiyor muyum diye, hayır dedim. O zaman siz neden oda arkadaşı olmuyorsunuz gibisinden bişeyler dedi. Bizde bakıştık,süzdük birbirimizi. Başka çare yok,iyi dedik. Anahtar seçti bu kız. Allahım yok böyle bir oda. Penceresi duvara bakıyor,tabut gibi,ufacık,bildiğin kıç kadar. İkimizde olamaz tribine girdik.Sonra bu kızın babası Çetin Amca halimizi gördü,acıdı,hemen odada tespit yaptı. Dedi "ben inşaat mühendisiyim,odanın duvarında çatlak var, hasarlı, olmaz." Bizde hemen "evet, evet olmaz."dedik. Tekrar anahtar seçtik ve yapımı o zamanlar devam eden 8 katlı binanın- eksili katları saymıyorum- 7. katından dağa bakan bir odasını denk getirdik. Asansör çalışmıyor. 7 kat o eşyaları tabir caizse sıça sıça çıkardık. Tam böyle "tamam,eşyaları çıkarttık,siz gidin" dedik ki, çaaat diye odanın kapısı açıldı ve usta girdi. Bunu gören ailelerimiz bizi o gün orda bırakmamaya karar verdiler. Burcu ile böyle tanıştık,kaynaştık,sevdik birbirimizi. =)


Aycan ise,hazırlıktan ortak bir arkadaşımızın girişimi ile tanıştık. Sonra Aycan vesilesi ile Kemal ile, daha sonra Gökçer,Mert,Barış ile tanıştım.Geceleri ararlardı, "hadi biz bülbüle gidiyoruz,ekmek yaptırcaz, 10 dak. sonra aşşağıda olun" derlerdi. Okulun çevresi de genişleyince bu, pilavcı,Cuba,Tower'da pis 7'li oynamaya kadar vardı. Bakıyorum da güzel zamanlardı, kıymetini bilememişim.


Pınar ise Burcu'nun oda arkadaşlarından bir diğeriydi. 1. sınıftayken yurt parasını geç yatırdığım için beni Acıbadem'deki yurda sürdüklerinde tanışıp, kaynaşmışlar. Bu dönemde Burcu'nun odasına yaptığım kaçak ziyaretler sonucunda tanıştık.Hani Pınarcım,kitabının arasına ayraç niyetine nutellalı kaşık koyduğun dönemler..Sonraki yıl,Burcu ile aynı odayı paylaşmaya devam ettim ve Pınar'ın odası da hemen yamacımızdaydı. Geceleri toplanıp film izlerdik. Burcu'nun Şansal Büyüka misali filmi durdurup bize gözümüzden kaçan ayrıntıları gözümüze soktuğu günleri bile özledim. Oynat Uğurcum! Pınarcım hatırlar mısın,1 milyoncudan mı yoksa Karfourun ucuzluk sepetlerinden mi ne tenis takımı alıp,odada oynamıştık ve Burcu bizi odadan atmıştı. Duruyor sanırsam onlar.Bir tane raket var kitaplığın tepesinde. Burcu'nun renkli giyiiyoruz diye bizi rock pub'a götürmemesini, çorap yumağını fare sanıp yataktan düşmesini, ısrarla patates istemesini, parfüm sürüp çoraplarını değiştirip öyle film izlemeye gelmesini,kırmızı ruj sürüp kantine inmesini,seninle beraber yemek yapma çabalarımızı,kadıköy'e gidip mağaza gezmelerimizi,yediğimiz her kazıkta adisyon hesaplarımızı,gecenin bir vaktinde tiyatrodan dönmelerimizi, çay bahçesinde sözde ders çalışıyoruz ayağına dedikodu yapmalarımızı,Burcu'nun sabah kalkar kalkmaz günaydın bile demeden fantastik rüyalarını anlatmasını ve daha nicelerini özledim. Acilen gelmem lazım.

10 Aralık 2010 Cuma

Neler oluyor patron oralarda vol.2


Şimdi size 2 kız çocuğunun dramından bahsedeceğim.
İlki,Mersin'de yaşayan 14 yaşındaki bir kız çocuğu babasının cinsel tacizine maruz kalıyor.Baba,çıkarıldığı mahkemede "öz kızına cinsel taciz" suçlamasıyla yargılanmak üzere "serbest" bırakılıyor ve tabi ki tacizlerine devam ediyor.Annesi verdiği ifadede " defalarca uyarmama rağmen sapıklığına devam etti" diyor. Kızın annesi,kendisi ve 2 abisi babasını bıçaklayarak öldürdükten sonra bir inşaata bırakıp, üzerine benzin döküp yakmışlar.
Devlet hani o çok sevdiğimiz devlet nerde? Sen bu iki insanı mahkemeden sonra nasıl aynı evde barındırabiliyorsun?
İkincisi,Aksaray'da 13 yaşındaki bir kız çocuğu amcasının oğluyla kaçtığı ve eve döndüğü gerekçesiyle, babası onun bakire olup olmadığını anlamak amacıyla kızına tecavüz edip hamile bırakması ile ilgili. Verdiği ifadeye göre "kızı eve dönünce kızlık kontrolü yapmak için eşinin yanında önce parmağını kızının cinsel organına sokmuş ama anlamayınca ilişkiye girmiş, daha sonraki zamanlarda da kızıyla ilişkiye girmeye devam etmiş ve 5 ay sonra kızının hamile olduğunu fark etmiş.Doktora götürdüklerinde 5 aylık hamile olduğu için çocuğu alamayacaklarını söylemişler ve kızını eve kapatmış. Doğum zamanı gelince hastanaye götürmüşler.Bebek doğunca da bebeği bir taşın altına bırakmışlar ve bebek ölmüş". Bebek cesedi birileri tarafından bulunup, polise haber verilmiş. Poliste yaptıkları inceleme doğrultusunda,hastane kayıtlarına bakarak yeni doğan bebeklerin evlerine ziyaretde bulunmuşlar. Bu eve gelince ve bebeği sorunca durum anlaşılmış.Annenin ifadesi ise çok daha garip;"yapma dedim ama beni dinlemedi".
Ancak olayda çok daha vahim bir nokta daha var.Bu da tıp personeline düşen suçu bildirme yükümlülüğün uzunca bir süre ihlali ve bu nedenle çocuğun istismarına devam edilmesi ve bebeğin ölümüne sebep olmak. Zira 13 yaşındaki kız 5 aylıkken hastaneye götürüldüğünde ve kürtaj yapılması istendiğinde, doktorun polis çağırıp çocuğu teslim etmesi gerekirdi. Ancak bebek doğana kadar geçen sürede hiç bir polis kapıyı çalmıyor. Çocuk gene hastanede doğum yaptığına göre gene bir çok sağlık mensubu 13 yaşındaki bir çocuğun yaptığı doğumu kurumlara bildirmiyor ve aileyi bebekle beraber kurumdan bırakabiliyor ve bu da bebeğin ölümüyle sonuçlanıyor. Bebeğin cesedi bulunmasaydı da o çocuğun yıllarca istismara uğramaya devam edeceğini tahmin etmek hiç güç değil.
Bu tarz olaylarda insan saldırganın neden böyle bir saldırıda bulunduğunu anlamlandıramadığı ve yoğun bir öfke duyduğu için sadece saldırgana karşı intikam duygusu harekete geçiyor. Oysa saldırganlar hep olacak, onun yerine çocukları ve hepimizi koruması gereken kurum, kuruluş ve kişilerin işlerini daha iyi yapmaları için toplumsal hassasiyeti canlandırmak her zaman çok daha önemli olmalıdır. Bu çerçevede o çocuğun eline teslim edildiği ve bu olayı polise bildirmeyen her sağlık mensubunun görevi ihmalden alabilecekleri en büyük cezayı almalarını dilerim.
Peki ya kızına kocası tarafından tecavüz edilirken izleyen anne.. Onun hiç mi suçu yok? Anadolu kadını ezilmiştir,sindirilmiştir,bastırılmıştır,bastırılmıştır denir. Ama hiç alakası yok, başka şeyler yaparken cin gibi oluyor da , bu tarz durumda mı ezilmiştir oluyor. En azından polise gidip haber vermediği için, kocasına yardım ve yataklık ettiği için o da suçludur.Ve ayaklarının altında bir cennet yoktur.

Geleceğin problemli gençlerine, kadınlarına merhaba deyin. Bu da hem sözün hem küfürün bittiği yerdir.

9 Aralık 2010 Perşembe

Marko Paşa


Efenim Marko Paşa, Rum asıllı, herkesin sorunlarını sabırla dinlemesiyle ün yapmış Osmanlı hekimidir. Hastalarının sorunlarına tıbbi yönden yardımcı olmakla beraber, onlara manevi huzur ve rahatlık vermeye özen gösteren bir hekim imiş. Şimdiki zaman doktorlarıyla pek alakası yok yani."Ne ararsan bulunur, derde devadan gayri" sözünün de sahibi olan bu hekim, her derde deva bulamayacağını bilse bile, herkesi sabırla sonuna kadar dinlermiş, o yüzden "derdini git Marko Paşa'ya anlat" denirmiş. Şimdilerdeyse "derdini dinlemek istemiyorum" demek için kullanılıyor bu söz öbekleri.

Bazen diyorum,Marko Paşa olsada iki lafın belini kırıversek. Anlatacak bişeyim de yok gerçi. Yani ne derdin var deseler, somut bir derdim yok derim. Artık hayatımın sonuna kadar baba parası yemeyi aklıma koyduğum için iş ilanlarına da bakmıyorum. Çalışmak gibi bir isteğim yok,atlattım yani onu. Hee ama bazen diyorum "atayım kendimi şurdan aşşağı" ama sonra" neden atıyorum kendimi aşşağı" diyorum. Bazen diyorum " tohumlar fidana, fidanlar ağaca, ağaçlar ormana dönmeli yurdumda",sonra da " bana ne" diyorum. Yani hem öyleyim hem böyle.


Marko Paşa'yı dert anlatmak için istemiyorum zaten. Şöyle sıkılmadan, gene ne anlatıyor bu demeden konuşacak biri olsun istiyorum. O kadar zor durumdayım ki sanırım "birileri" demedim " biri" dedim. Ama nerdeee.. Ben bile çoğu zaman birilerini sinlerken sıkılıyorken başkası neden sıkılmasın ki?.. Bu anlamlı günümü bir şiirle noktalamak istiyorum Marko Paşa anısına.

azizim markopaşa
yolumuz degil, işimiz duştu .
dert yandik dinlemediler,
markopaşa'ya gidin dediler.
geldik, yedi iklim oteden;
baş acik bagri yanik ,
yalnayak geldik.

cok degil.
bir arzuhalimiz derdimiz vardi:
dostlar sulh istiyordu,
bizi uzen bahardi.

dinlemediler,
beyler, efendiler
bizi sana gonderdiler.
geldik, yedi iklim oteden,
ocagina du$tuk :
ne dersin markopaşa

niyazi akincioglu

4 Aralık 2010 Cumartesi

Gitmek gerek,özlemek- özlenmek gerek. Belki de gittiğin yeri sevip geri dönmemek gerek.
Ayrılık bazen bütün acıların kaynağı gibi gözükür. Belki de insan sonsuz bir ayrılık acısıyla doğmuştur. Ve, o doğum kopup ayrılmaktır. Yaşanan bütün küçük ayrılışlar, işte bu büyük ayrılığın parçalarıdır. Bu ayrılıktan uzaklaşmak için kaçmak ister belki de insan ama nereye kadar kaçabilir ya da kaçabilir mi?
Başkasından kaçabilirsiniz, nihayetinde ondan yeterince uzaklaşınca durabilirsiniz. Ama kendinden kaçan öyle mi; "hem kendisinin düşmanıdır, yani kendisinin avcısı,hem de kendinden kaçıp kurtulmak isteyen kimsedir". Kendinden kendini kovalamaktadır. İstiyorum ki başlasın büyük kaçışım, yeniden olsun herşey,başkasına takatim kalmayabilir.

Kaçarken kendimi de beraberimde götürdüğüm için kendimden kurtulmama imkan yok. Bu yüzdendir ki, benim işim kıyamete kadar durmadan kaçmak, kaçmaktır.
Gönlüme kızgın olarak bakınca, gönül kendinden geçti, kendini bıraktı, yollara düştü.
(Mevlana)


Gezgin dervişler gibi yapıyorum,korkularını yenmek için kaderine suskun kalan dervişler gibi ve sessiz adımlarla terkediyorum.

29 Kasım 2010 Pazartesi

neler oluyor patron oralarda?


Dünyanın çivisi çıkmış kardeeeeeeş. Gördükçe,bildikçe şaşırıyorum, sonra deliriyorum. Yok artık diyorum. Son 2 gündür düzenli olarak haberleri izliyorum,emekli amcalar gibi oturduğum yerden televizyonla ağız dalaşı yapıyorum.Bana cevap vermedikçe daha çok üzerine gidiyorum. Haber turuna hazır mıyız?



Ümraniye'de 2 mal ruhsatsız aldıkları silahı " denemek" için yoldan geçen birine nişan alıyorlar ve adamı öldürüyorlar. Yuh ayı diyesim geliyor. Başka şeyler de diyesim geliyor ama neyse. Ölen adamın 8 aylık hamile karısı eşinin ölüm haberini alınca erken doğum yapıyor ve doğan bebeğine babasının adını veriyorlar. Allaha emanet yaşıyoruz. 2 tane aklı kıt herifin oyuncağı olabiliyoruz misal. Umarım sorgu sırasın polisler sizin bi tarafınıza jop sokmuşlardır.Bayılana kadar dövüp, sonra ayıltıp bir daha dövmek lazım. Ölmeyin sakat kalın inşallah.



Bursa'da yasak aşk cinayeti!! Kadın evli.Eski ev sahibinin oğluyla aşk yaşıyor.Aşk yaşamak ilginç bir tabir ya. 3 çocuğunun 2'sinin ondan olduğunu söylüyor. Adam da evlenmeye hazırlanıyor. Kadın,bu olay durumunda bişey yapmazsa düğününe gelip tüm olayı orda herkese açıklayacağını söylüyor.Adam da kadını öldürüyor. 1,5 yaşındaki çocuğu da dereye attığını söylüyor. Çocuğun cesedi hala piyasada yok! Kadının kardeşi oturmaya onlara gitmiş ve evde atletli yabancı bir adamın (katilin) olduğunu söylüyor. Kocasına bu adam kim diye soruluyor. Tanımıyorum diyor. Lan manyak,evdesin,evinde yarı çıplak bir adam var ve tanımıyorum diyorsun. Enteresan yaa,ne kullanıyorsa ben de istiyorum. Katil bir de utanmadan cenazeye gelmiş kadının kocasına 20 TL vermiş. Ne parası bu fikrim yok.



Wikileaks olayı var birde. Toplanan yazışmalardan Türkiye' nin payına şimdilik pek birşey gözükmüyor. Eteklerindeki taşlarını dökmeleri bekleniyor!! ama Başbakan hakkında işkolik,hırslı,inatçı,süper aile babası zart zurt yazılmış.Bu gidişle kendisine dünyanın uç köşelerinden düşman arayan ABD'nin, kısa zamanda en azılı düşmanı olmasını beklediğim oluşum.Hani tarih derslerinden hatırlariz, "matbaanın da gelişmesiyle dinde reformların önü açılmış oldu" filan diye. Buradan bakınca sanki adamın biri matbaayı icat ettikten sonra "şimdi sıçtım ağızlarına" gibi haykırdığını zannediyoruz. Halbuki muhtemelen matbaanın etkisini göstermesi epey bir vakit almıştır. Yani demem o ki, kendi zamanında çok da önemsenmeyen ufak şeyler sonrasında büyük gelişmelere neden olur. Misal bu reform sonrasında hrıstiyanlık protestan ahlakıyla tanışmış, bu da sanayi devrimine kadar uzanan bir olaylar silsilesine neden olmuştur.Bnce gelecekte de böyle bir şey olacak. Ders ipadlerinde (!) belki de "internetin gelişimiyle birlikte bilgiye ulaşımın kontrolsüzlüğü, devletçi dünya düzenine ve medya yönetimine büyük bir darbe vurmuştur. Boylece bir meclis tarafindan çıkarılan yasalara uyulmak zorunda olunduğu ama devleti yargılayacak bir mekanizmanın olmadığı demokrasilerin yerini sınırların olmadığı şirketokrasi almistir. Şirketokrasiye geçişte internetteki wikileaks ve google gibi bilgi erişimine imkan tanıyan web siteleri oldukça önemli bir rol üstlenmistir." gibi bir şeyler olacak.

Bundan yıllar önce İzmit'te inşa edilen Belsa Plaza'nın önünü açmak için tarihi Tekel binasını yakan zihniyetteki insanlar,bu sıralar da Haydarpaşa Garı'nı otel,alışveriş merkezi yamak adına yaktılar. Hiç mi vidan yok bilemedim. He ,olur da yıkılır oraya otel dikilir. İşte o otel yetkililerin kıçına girsin. Belsa Plaza'nın önünde kalan Tekel binasına ait duvar parçasını Sefa Sirmen ne yapacağını biliyordur sanırım.

28 Kasım 2010 Pazar

Green Marketing


Sanayi Devrimi’nden bu güne kadar Dünya’nın kaynaklarını sorumsuzca sömürüyor ve sonuçlarını ya bilmiyor ya da göz ardı ediyorduk. Bu sömürünün sonuçlarını n ne kadar tehlikeli olduğunu 1960’lı yıllara kadar algılayamadık.Dünya insanoğlundan intikam almaya başlamıştı. Tüketicilerde başlayan bu “Doğaya Saygı” bilinci onların davranışlarına da yansıdı, 1980’li yıllara geldiğimizde ise artık yeşil tüketicilerin yarattığı bir segmentten bahsedebilecek duruma geldik.
Son zamanlarda pek çok kişi, yeşil sorunlarla ve özellikle de küresel ısınma ile ilgili olarak bir farkındalık, kaygılanma ve değişim potansiyeli konusunda “bardağı taşıran son damlaya” ulaştığımızı söylüyor.Genellikle ifade edilen konular kitlesel bir içeriğe sahip –Sun gazetesinin yeşil önerileri, Al Gore’un hit olan Uygunsuz Gerçek belgeseli,Stern raporu,yıldızların yeşil limuzinlerle geldiği Oscar geceleri gibi. Geçtiğimiz zamanlarda Live Earth, listeye rock konserlerine de ekledi.Bunlar açıkça halkın ilgisini çekmiş durumda.Ve sadece eğlence dünyası,ünlüler ve devreye sokulan etkinliklerle ilgili bir konu değil;sürekli olarak seller ve diğer felaketlerle ilgili haberler –alışılmışın dışına çıkan hava koşulları- dünya a her şeyin yolunda gitmediği sinyallerini veriyor.
Yeşil pazarlama, potansiyel bir çözümün parçası olarak sunulmaktadır. Pazarlama, yeşil taraftan bakıldığında, insanları bağlamak,daha yeşil yaşam tarzları geliştirmek için yaratıcı bir yöntem sunmaktadır. İş dünyası açısından ise şirket sorumluluğu ile elinden gelenden de fazlasını yapan firma ve markalara insanları bağlayacak yöntem sunuyor. Bu mesaj reklam dünyası tarafından kesinlikle çok iyi algılanmış durumda. Financial Times’da yayınlanan bir haber, görüşülen bütün büyük ajansların bir “eko pazarlama dalgası” geleceğini tahmin ettiğini gösteriyordu (Financial Times,12/02/07).
Ancak bütün bu görkemli kampanyalara karşın “yeşil pazarlama gerçekte nedir?” sorusu pek açık bir yanıt bulmuş değildir. Gerçekten bu konu, herkesin iyi bir fikir olduğunu kabul ettiği ama hiç kimsenin nasıl olacağını bilmediği şeylerden biri olma tehlikesi ile karşı karşıya.Bir şirketin “vitrinine” yeşil ekleme konusunda her fırsatın değerlendirildiği duygusuna kapılmamak el değil. Ve bir bütün olarak düşünüldüğünde bu iyi bir şey. Her küçük katkının hem birer birer yeşil kazanımlara hem de genel olarak kültürel canlılığa yararı olacaktır. Dağıtım filoları olan şirketlerin –örneğin Domino’s Pizza- elektrikli araçlar kullanmayı denemeleri buna bir örnektir. Diğer yandan, bu marka hiçbir zaman sürdürebilirliğin sembolü haline gelemeyecektir ( çünkü sağlık ve geçici işlerdeki ücret ödeme, güvenlik ve çalışma koşulları da sürdürebilirliğin alanına girmektedir). Ama genel anlamda mantıklı bir uygulamadır çünkü pizza yiyen insanlar daha temiz hava,gece geç saatlerdeki teslimatlarda daha az gürültü konusuna önem vereceklerdir ve bunun şirket açısından da yüksek petrol fiyatlarından dolayı giderlerinde tasarruf sağlamak için iyi bir yoldur.
Pazarlama ve yeşil ittifakı hiçbir zaman kolay bir birleşme olmayacaktır, gündemleri birçok düzlemde (ideolojik,kültürel,ekonomik,pratik açılardan) yüzeysel olarak çatışmaktadır. Bu çatışma sahneyi bazı devrimsel alternatiflere hazırlamaktadır –meydan okumaların mevcut koşullarda olanaksız göründüğü zamanlarda gerçek yeni fikirler ortaya çıkar. Ama biraz ihtiyatlı bir şekilde ilerlememiz,gizli tehlikelerden sakınmamız gerekir çünkü bu başka bir “yeşil pazarlama balonu” haline dönüşürse bütün gündemi beş yıl geriye atabilir.
Marks & Spencer, ödül kazanan “Etiketin Arkasına Bakın” (Look Behind the Label) projesinin ardından durmayarak beş yıl içinde karbon dengeleme düzeyine inme vaadini de içeren kapsamlı yeni bir girişim olan A Planı’nı ilan etti. Diğer şirketlere meydan okumak için bunu büyük bir görkemlilikle ilan etti. Bu sadece M&S’ın görkemlilik merakından değildi. Yeni standartlar oluşturmak içindi. Jonathon Porritt’e göre, “ Bu plan şirketlerin atık,adil ticaret ve iklim değişikliği gibi kritik sürdürebilirlik sorunlarıyla ilgilenme tarzlarında yeni bir dönüm noktası olacaktır. Diğerleri için de çıtayı yukarı kaldırmaktadır – sadece perakendeciler için değil aynı zamanda her sektördeki şirketler için.”
Diğer yüksek profilli kurumsal inisiyatifler Sky’ın sürdürebilirlik girişimlerini halkın katılımı ve eğitimle birleştiren The Big Picture (Büyük Resim) adlı girişimi (B1);Virgin’in yeni enerji teknolojilerine 3 milyar dolarlık fon ayırdığını ilan etmesi (C1); O2 şirketinin tüketicileri eski telefon şarj aletlerini atmayıp yeniden kullanmaya teşvik etmesi (B3); HSBC’nin yeşil sosyal amaç ile bağlantılı pazarlama promosyonları (A2) gibi inisiyatifler içermektedir.
Bütün bu gelişmeler iyi karşılanacaktır. Şirketlerin daha sürdürebilir ürünler, ulaştırma vs.ye bağlanışı kritik bir orana ulaşmış gibi görünüyor. Yeşil pazarlama kampanyasının yürümeye devam edip etmeyeceği ise daha belirsiz görünüyor. Bu kısmen bir sonraki hamle olarak ne yapacağımıza, yani bize bağlı; yeşil pazarlamayı sürdürülebilir hale getirecek miyiz yoksa boş vaatlerde bulunacak,çarpıtacak ve düş kırıklığımı yaşayacağız?
Günümüzde yeşil pazarlama dört temel süreçten oluşur. İlk aşama değişen tüketici isteklerine uygun çevreci ürünler geliştirmektir. Bu aşama yeşil hedefleme olarak adlandırılır. Bu ürünler doğrudan çevreye duyarlı düşük yakıt tüketimi olan otomobiller olabileceği gibi, geçtiğimiz günlerde bir bankanın ekolojik yatırımlara verdiği düşük krediler gibi dolaylı biçimde olabilir. İkinci aşama ise yeşil stratejiler olarak adlandırılır. İşletme içinde kağıt tüketiminin azaltılması, elektrik tüketiminin düşürülmesi gibi çevreye duyarlı yeni stratejiler geliştirilir; bu günlerde çokça gördüğümüz e-fatura uygulamaları gibi. Üçüncü aşama ise şirketin çevreye duyarlı olmayan tüm ürünlerin üretimini durdurmasıdır. Bundan sonra şirket sadece yeşil ürünler üretecektir. Dördüncü ve son aşama ise artık sadece çevrecilikle sınırlı değildir, en geniş anlamıyla sosyal sorumluluk kurum kültürünün ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir.

Bu noktaya geldiğimizde ise tüketicileri tatmin ederek kâr elde etmek şeklindeki modern pazarlama anlayışının iki temel öğesini karşı karşıya geldiğini görüyoruz. Çoğu şirket için bu yeşil dönüşümün maliyeti oldukça yüksek olmakta bazense imkansız olmaktadır. Örneğin bir otomobil firması düşük yakıt tüketimli bir araç üretebilirken günümüz koşullarında bu firmadan yeşil olmayan tüm ürünlerinin üretiminin durdurmasını beklemek hayalcilik olur.
Yeşil Pazarlamanın Beş “İ” si
1. Sezgisel (instuitive)- Daha İyi Alternatifleri Erişilebilir ve Kolay Anlaşılır Hale Getirme:
Bu, atılım niteliğindeki yeşil şeylerin normal görünmesini sağlamaktır (normal şeylerin yeşil görünmesini sağlamak değil). Sürdürülebilirlik yöntemleriyle yaşamak, alışveriş yapmak, seyahat etmek ve yaşamdan zevk almak insanların çoğuna zor ve zahmetli görünmektedir. Yaratıcı pazarlama profesyonellerinin işi onu sezgisel, ikinci doğa,sağduyunun aynısı haline getirmektir. Hala “kimyasal içermeyen bahçıvanlık” aşamasında olmasına karşın daha fazla “organik” benzeri fikre gereksinim var.
Organik üretim,geri dönüşüm,Fairtrade ve –bu grubun son üyesi olan- karbon dengeleme uygulamaları bir sözcük seçiminin, bir kültür referansının, insanın nesneleri algılayışının ne kadar önemli olduğunu gösteren örneklerdir.
2. Bütünleştirici (integrative) – Ticaret,Teknoloji, Toplumsal Etkiler ve Ekolojiyi Bütünleştirme
Bu,teknoloji karşıtı romantik bir gelenek üzerine kurulmuş ve son zamanlarda doğrudan Marksizm ve barış hareketlerinin teknoloji karşıtları ürettiği yeşil hareket için bir dönüşümdür.
Bu konuda çığır açan fikir, ekonomik kalkınmayı toplumsal ve çevresel gelişmelerle birleştirerek hem şimdiki hem de gelecek kuşaklar için yaşam kalitesini geliştirmeyi amaçlayan bir yaklaşım olan sürdürebilirlik fikridir. Sürdürülebilirlik ayrıca bir kötülüğün ( örneğin, gıda taşıma mesafesinin) yerine bir başka kötülüğün (örneğin, yetersiz çalışma koşullarının) getirilmediği dengeli bir bakış açısı sunar. Aynı zamanda (hayır kurumları,sosyal amaç ya da hükümet için değil) geçmişte yeşil ve toplumsal hedef olarak pek fazla kabul göremeyip sadece iş dünyasının bir hedefi kabul edilen ticari pazarlama için de büyük bir atılımdır.
3. İnovatif (innovative) – Yeni Ürünler ve Yeni Yaşam Tarzları Yaratma
Pek çok insan önümüzdeki 20 yılda yeşil yenicilik ve girişimciliğin bilişim teknolojisi alanında son yirmi yılda yaşananların bir benzerini gerçekleştireceğini söylüyor. İnsanlar y-ticaret (e-ticaret gibi ama yeşil) terimini kullanmaya başladı bile. Aslında bu sadece bir analoji değildir; bazı gelişmeler internet yoluyla gerçekleşiyor – tasarım,gruplar oluşturma vb. konularda işbirliği yapabilmek gibi. Linux, Wikipedia ve Craigslist’in yaratılmasını olanak sağlayan sistem şimdi Freecycle gibi hayret verici fikirlere olanak vermektedir – Freecycle insanların kullanmadıkları eşyaları atmak yerine kendi bölgelerindeki başka insanlara vermelerine olanak sağlayan 7 milyonu aşkın iyesi olan bir internet hizmetidir. Bu, mükemmel bir toplumsal yeniliktir ama teknolojik terminolojiyi kullanacak olursak, bir amacı olan Yahoo! Grubudur. Hizmetlerin yeniden tasarlanması – örneğin, kent otomobil kulübü- ve basit yaşam tarzları – örneğin, Ariel’in “30 Derecede Yıka” (Turn to 30) kampanyası- gibi konularda da önemli fırsatlar vardır.
İnternet çok hızlı bir şekilde çok başarılı olmuştur çünkü var olan eksikliği, örneğin alıcıları satıcıları buluşturma konusundaki yetersizliği gidermiştir. Yaşamlarımızın ve düzenlemelerimizin gereksiz yere çevresel açıdan savurgan olması konusunda da bu geçerlidir. Bu değişikliklerin bazıları yükümlülükleri olan şirketleri incitebilir; tıpkı Skype’nın BT’yi ( British Telecommunications) zora sokması gibi. Kapitalizmin geriye düşenlere birden bire her yönüyle güzel gelmeyecektir. Ama yeşil özünde marka karşıtı ya da gelir karşıtı değildir. Değerli kaynakların gereksiz israfını ve fazla tüketilmesini teşvik etmekten başka para kazanma yolları da vardır. Ve dondurulmuş bir GSMH senaryosunda bile iş dünyasındaki eylemlerin çoğu gruplaşmış değil rekabetçidir. Örneğin, Amazon’un “Yeni ve Kullanışmış” ( New & Used) hizmetini düşünün. Büyük bir şansın olduğu yerde her zaman kazananlar vardır.
4. Davetkar (inviting) – Çilecilerin Kıldan Gömleği Değil Olumlu Tercih
Şimdiki yeşil pazarlama patlamasından önce, bir kampanya dönemi ve düş kırıklığı yaşanmıştı. Bu kez bunu doğru yapmak zorundayız.80’lerin sonu ve 90’ların başında yeşil tüketici kampanyası ardından çıkan sınırlı sayıdaki ürün genellikle bir ödün vermeye dayalıydı; ya temizlik maddelerinin etkisi yetersiz oluyor ya da geri dönüşümlü poşet ve çantalar sağlam çıkmıyordu. Bu ve bu geleneksel yeşil gündem bir özveri,güçlük ve kullanışsızlık kuşkusu yaratmıştır.
Yeşil şimdi kısmen tasarım konusunda da bir meydan okumadır. Ve yeşil ürünler çoğu zaman daha iyidir: daha etkili,dayanıklı,sağlıklı, maddi açıdan güç yetirilebilir vb. Ama yeşil yaşam tarzları kültürünü de ele almamız,bir distopya oluşumundan kaçınmak için acı bir ilaç gibi görünmek yerine ütopya niteliğinde, keyifli ve eğlenceli yeni mitler ve ilkeler yaratmamız gerekmektedir.
5. Bilgili (informed) – İnsanların Davranışlarını En çok Bozan Etken Bilgisizliktir
Klasik “marka” anlayışı yani maddelere daha fazla düşünce yüklemek kullanılan bir yöntemdir. Örneğin; markalı bir şarap,şarapçılık için üzüm yetiştirmeyi bilmeyenler için güvenli bir tercihtir. Markalı bir araç ya da gazete “ bizim gibi insanların sürmesi ya da okuması düşünülen” ürünlerdir. Sağlıkta, yaşam boyu öğrenme ve vatandaşlık alanlarında devam eden bir devrim vardır. Bunun nedeni bilgiye erişimin yeni yollarının ortaya çıkmış olmasıdır. Genel pazarlamada, bilgi zaten imajın tutulumudur. ( Post İmaj Devri- Media Cat Kitapları,2006).Geçerli ama neredeyse sıfır imajı olan, Google,Amazon,eBay ve Skype “in” markalardır.Aynı zamanda Coca-Cola, Gap ve Levi’s gibi eski “imaj” liderleri kültürel açıdan olduğu kadar ticari açıdan da zorluklarla karşı karşıyadır. Daha sürdürülebilir bir kültüre yönelten gerçek yeşil pazarlama,basitleştirmeye karşıdır.Bu unutulmazsa yeşile boyama tehlikesi büyük oranda ortadan kalkacaktır.
Fiyatlandırma
Bu konudaki en önemli zorluklardan biri de fiyatlandırmadır. Şirketlerin karşı karşıya kaldıkları “Yeşil ürünleri, çevre dostu olmayan benzer ürünlerle aynı fiyata mı, düşük bir fiyata mı yoksa daha yüksek bir fiyata satmalıyız” problematiği çözülmesi en güç sorunlardan biridir. Düşük fiyat kuşkusuz tüketicileri yeşil ürünleri kullanmaları için teşvik edecektir, ve bu açıdan bakıldığında “çevreci” bir şirketin yapması gereken de budur, ancak ekonomik gerçekler de bir çok şirketin bunu yapmasına engel olmaktadır. Kaldı ki, tüm yeşil ürün üreticilerin çevreci oldukları da şüphe konusudur.

Belki de yeşil pazarlamanın en büyük düşmanı gerçekten yeşil olmadıkları halde bu yönde tüketicileri yanıltıcı pazarlama faaliyetlerinde bulunan şirketler. Greenwash (yeşile boyamak) olarak adlandırılan bu eylem aslında çok nadir bir olay değil. Kuzey Amerika’da TerraChoice’in 2007 yılında yapılan bir araştırmada incelenen 1018 ürünün yüzde 99’unun aslında yeşil olmadığı ortaya çıkmıştır. The Green Marketing Manifesto kitabının yazarı John Grant, asıl önemli olanın normal şeylerin yeşil görünmesini sağlamak değil, yeşil şeylerin normal görünmesini sağlamak olduğunu söyledikten sonra şöyle devam ediyor; “Marka yaratmak demek gerçeklik hakkında seçici olmak demektir. Markanın en güzel tarafını alırız ve onu duyurulup tanıtılması için çabalarız. Yeşil söz konusu olduğunda bu çok tehlikelidir. Bir anda iki yüzlü olup çıkarsınız. Örneğin BP karbon gazı salınımını azaltmak için en çok çalışan ve alternatif enerji kaynaklarına en çok yatırım yapan petrol şirketi olmasına rağmen “Beyond Petroleum” adlı kampanyası yüzünden aktivistlerin saldırısına uğramıştır. Protestocular BP’nin faaliyetlerinin yüzde 99’unun hala petrolle ilgili olduğuna dikkat çekmişlerdir. Bu bir kasap dükkanının bir marul satınca kendini vejeteryan ilan etmesine benzer. Greenpeace BP’ye yeni bir isim vermiştir: Burning Planet (gezegeni yakmak)...”
Yeşil Pazarlamanın ayrıntılarına inmek için “yeşil hedeflerin” iki türde olduğunu kabul etmek gerekmektedir; insanların yaptıklarını değiştirebilirsiniz ve dünyaya bakış tarzlarını değiştirebilirsiniz. İkincisi, yani tüketim kültürü, yaşam biçimleri, vs ile uğraşmak uzun soluklu bir konudur. Eğer birine geri dönüşüm konusunu kabul ettirebilirseniz bu diğer etkinlikleri de kabul edeceği anlamına gelmez. Ama belki karbon diyetine başlamalarını sağlarsanız bu durum çeşitli davranışlar halinde kendini gösterebilir. Ayrıca, kent oto kulüpleri gibi insanların gereksinimlerini daha yeşil yollardan karşılayan yeni hizmet konseptleri ya da Pazar türleri yaratabilirsiniz. Bunlar çoğu zaman Truva atı tipinde kültürel fikirler üretmeyi,yani bunların normal ve sezgisel görünmesini sağlama yöntemleri bulmayı gerektirir.
John Grant, bu yeşil hedeflere ve ayrıca ticari hedeflere dayalı olarak yeşil pazarlamayı üç etkinlik türüne ayırmış (Yeşil Pazarlama Manifestosu- Media Cat Kitapaları,2007):
A. Yeşil – yeni standart belirleme- iletişim: sadece ticari hedefler gözetmek ( ürün, marka ya da şirket alternatiflerinden daha yeşildir ama pazarlama bu farkı yerleştirme konusunda çaba gösterir).
B. Daha yeşil – sorumluluğu paylaşma- işbirliği: ticari hedefler kadar yeşil hedefler de gözetmek ( pazarlamanın kendisinde yeşil hedefler vardır,örneğin insanların ürünü kullanma şeklini değiştirmek gibi).
C. En yeşil – inovasyonu destekleme – kültürel şekillendirme: kültürel hedefleri de gözetmek ( yeni yaşam biçimleri ve yeni iş modellerini normal ve kabul edilebilir hale getirme).
Yeşil / daha yeşil / en yeşil ifadeleri pazarlamanın kendi başına sağladığı katkı düzeyine işaret etmektedir. Sadece ürünü/şirketi satar mı yoksa daha fazlasını mı yapar? Örneğin, son derece istisnai bir yeşil ürün ya da sürdürülebilir bir şirketin büyük bir etkisi olabilir ve “ sadece onu satmak” bile çok yararlı olabilir.
Üç başlık pazarlama hedeflerine işaret eder; net sonuca değil. Bunlar başarıyı ölçmek için kullanabileceğimiz önemli birer gösterge olmaktadır. Örneğin, birincisi iyi bir yakıt ekonomisi sağlayan bir otomobil ile ilgili geleneksel bir pazarlama girişimi olabilir; yeşil kazanımlardan söz edebilirsiniz ama başarıyı satılan araç sayısı ile ölçebilirsiniz. İkincisi araç sahiplerini araçlarını daha sorumlu bir şekilde kullanmaya teşvik eden, örneğin herkesin hız sınırlarına uyması durumunda yüksek düzeyde karbon, para ve yakıt tasarrufu yapılmış olacağını vurgulayan bir kampanya olabilir. Buradaki sonuçları da davranışlardaki değişimle ölçersiniz ve eğer kampanya bir otomobil markası ile ilgili olarak yapıldıysa ticari saygınlık, sevgi ve bağlılık gibi ölçütler kullanılabilir. Üçüncüsü ise çok fazla kullanmadıkları yeşil bir otomobili olan insanların araçlarını kiralamalarını ya da ödünç vermelerini ya da başkalarıyla ortak araç sahibi olmalarını sağlayacak bir uygulama başlatmak olabilir. Bunun sonuçlarını ise bu uygulamanın ticari ve kültürel başarısına bakarak ölçebiliriz.
Sonuç
Ne olursa olsun yeşil pazarlama faaliyetlerinden ümidi kesmemek en doğrusu olacaktır. Kim bilir canlılara zarar vermeyen, yeryüzünü kirletmeyen, doğal kaynakları daha az tüketen ve geri dönüştürülebilen yeşil ürünler, doğanın bize kızgın yüzünü gösterdiği şu günlerde tutunabileceğimiz önemli bir daldır. Tüketiciler ilgili konuları anlamadıkça ve işletmelerin geliştirdikleri yeşil pazarlama ürünlerine kandıkları sürece, pazarlamanın daha fazla yeşilleşmesi için daha az umut kalmaktadır. Belki de, Brundtland raporunun yayınlanmasından sekiz yıl sonra, hayat kalitesi algılamalarını inceleyen bir araştırmanın ilk satırları bunu söylüyordu; “İnsanlar genelde, çevresel anlamda sürdürülebilirlik fikrine aşina değiller. Ancak bunu bir kez anladıktan sonra, sürdürülebilirliğin değerleri ve öncelikleriyle özdeşleşir gibi görünmektedirler.” Bu cümle, pazarlamayı daha fazla sürdürülebilir hale getirmenin içerdiği fırsat ve meydan okumaları özetlemektedir.

14 Kasım 2010 Pazar

ibretlik bir paylaşım

http://www.dailymotion.com/video/xcxrx1_nickelback-if-today-was-your-last-d_music

My best friend gave me the best advice
He said each day's a gift and not a given right
Leave no stone unturned, leave your fears behind
And try to take the path less traveled by
That first step you take is the longest stride

If today was your last day
and tomorrow was too late
Could you say goodbye to yesterday?
Would you live each moment like your last?
Leave old pictures in the past
Donate every dime you have?
If today was your last day

Against the grain should be a way of life
What's worth the prize is always worth the fight
Every second counts 'cause there's no second try
So live like you'll never live it twice
Don't take the free ride in your own life

If today was your last day
and tomorrow was too late
Could you say goodbye to yesterday?
Would you live each moment like your last?
Leave old pictures in the past
Donate every dime you have?
Would you call old friends you never see?
Reminisce of memories
Would you forgive your enemies?
Would you find that one you're dreamin' of?

Swear up and down to God above
That you finally fall in love
If today was your last day

If today was your last day
Would you make your mark by mending a broken heart?
You know it's never too late to shoot for the stars
Regardless of who you are
So do whatever it takes
'Cause you can't rewind a moment in this life
Let nothin' stand in your way
Cause the hands of time are never on your side

If today was your last day
and tomorrow was too late
Could you say goodbye to yesterday?

Would you live each moment like your last?
Leave old pictures in the past
Donate every dime you have?
Would you call old friends you never see?
Reminisce of memories
Would you forgive your enemies?
Would you find that one you're dreamin' of?
Swear up and down to God above
That you finally fall in love
If today was your last day

Nickelback-if today was your last day
(copy-paste değil alın teri)

13 Kasım 2010 Cumartesi

tenks e lat


Ne kadar çok nefret biriktirmişim içimde. Rahatsız ediyor artık beni. Kinci olduğumu biliyordum zaten. Ama şimdiye kadar hiç bu kadar batmamıştı bana. Sanırım ortalık durgunlaşınca bazı şeyler daha çok belirgenleşti. Tiksinme mertebesine ulaştım.
Bazen birileriyle konuşurken ya da ne bileyim denk gelirken,gözüme takılırken ne kadar samimi olduğunu düşünüyorum. Aslında hiç samimi değil. Babamla konuşuyordul geçen. "Hiçbirşey eskisi gibi değil dedi, ne dostluk kavramı ne ahlak kavramı ne samimiyet kavramı ne de düzen.." Haklısın dedim içimden. Benim yaşımdan 2 kat ve daha fazlası yaşın var,daha iyi bilirsin herşeyi.Ben bile 5 yıl öncesi ile şimdiye karşılaştırırken yuh diebiliyorsam sen kim bilir neler dersin?
Dün bir arkadaşımla konuşuyordum."Neden böyle oluyor?" diye sordum. "İyisin ama biraz şanssızsın."dedi. Nerden alabilirim acaba bu şansı?
Kimseden çok da büyük bir beklentim yok aslında.Olmasını istediğim şeyler normalde olması gerekenler. Bana böyle öğretildi. Başkalarının beklentilerini yaptığımda çoğu zaman kendime ters düşüyorum ve nefret ediyorum. Birikmesi çok kötü be,önünüze geleni görmezden gelip,etrafına dikenli üstelik elektrikli teller örüyorsunuz.Duvar değil tel. Merak da var çünkü. Ben ne olucam?

Benden tüm kincilere gelsin:
http://www.dailymotion.com/video/x1vlv6_videoclip-iron-maiden-no-more-lies_webcam

kazık ister misin? al ye Evkur


Küfür içerikli olup,mazeretim var asabiyim ben diyerekten özür dilerim.


Geçen yıl Evkurdan laptop aldım,almaz olaydım. Ses sisteminde sorun çıktı.Bilgisayarı alana kadar kıçımı öp desem öpecek olan satışçılar birden ilgisiz oldular. Çok önemsemedim bunu. Ve bugüne kadar taksitleri günü gününe ödedim. Gurur yapıp babama sormadan almıştım.Daha sonra söylediğimde "keşke almasaydın,dolandırıcı o ibneler"dedi.Ben bunu da çok önemsemedim. Çünkü babam herşeye öyle diyor. Ama babam doğru diyormuş yaa. Bugün babam para verdi,"git ne kadar borcun varsa kapat,senedini al" dedi. Biz de annemle gittik. Annem önce sordu hemen verecek misiniz senedi diye,evet dedi ordaki yelloz. Ben de yatırdım parayı,gittim senedi istedim. İbarname diye bişey doldurup verdiler.Ne olduğunu da bilmiyorum.Bu firmanın sicili de temiz değil,inanasım da gelmedi. Ha ee bide alırım,bir ay sonra kapıya adam gelir,babam ağzıma sıçar.Çok kısa sürede aklımdan bunlar geçti. Annem dedi ki " senedi verin,bunla olmaz,senedi almadan gitmem",.ordaki kadınlar bakmıyorlar suratımıza,bilgisayara odaklanmışlar,ellerinde telefon,,soru soruyorsun cevap vermiyorlar. Önce bişey demedim,annem söylendi. Kadın "bekleyin,halkla ilişkiler müdürümüzle konuşun" dedi. Bekledik.Allahııım yok böyle bir müdür. O kadın halkla ilişkiler müdürü olmuşsa,benim genel müdür olmam gerek. Yaptığı iş hakkında en ufak bir fikri yok kadının. Kaltaaaaaak. Senet diyoruz,"sizinle muhatap olamam ben" diyor.Kimle konuşcam lan idiot? Bekleyin senet geliyor şimdi dedi orrrospuuu,güvenlik görevlisi geldi.Bizi dışarı atacakmış.Siktir ordan. Anneme el kol hareketi yaptı,sanki vuracakmış gibi,o esnada gözüm karardı. Hayatımda ilk defa ciddi olarak "önce o eli bir indir" dedim. Çıldırdım resmen,anneme biri hareket yapacak aklını alırım lan adamın. Polis çağırmakla tehdit etti beni. Ben de elimdeki dosyayı kadına fırlatarak çağır dedim.Sonra gittim paşa paşa o dosyayı aldım,tüm dekontlar orda.


Polis geldi,hem de 7-8 tane. Neyse sakinleştik.Ödedğimiz parayı yavşak müdür ödemeyi kabul etti. Tam dükkandan çıkıyoruz,mağaza müdürü kapıda bikbik konuşuyor hala.Anneme laf dedi. Dükkanın dışındayım,bağırmaya başladım" burdaaaan alışveriş yapmayın,bunlar dolandırıcıı,senetleri vermiyorlar". Millet bana bakıyor.Mağaza müdürünün yanında koca götlü bir kadın vardı.Aslında benden eylemlerde tek yumruk havada bağırarak brief veren insan olurmuş,babam engelledi hep. Terbiyesiz dedi bana,ben de terbiyeyi senden mi öğrencem bilmem ne dedim. Polis geldi yanıma,"sakin ol" dedi.Kışkırtmasın götverenler.


İlk önce,kadının biri senetleri imha ettik dedi,sonra başka biri selde senetler zayi oldu dedi. Bir tane mahkeme kararı gösterdiler.Üşenmedim aldım okudum.Sadece zayi olan belgeler ve sayıları yazıyor.Bunun yerine şu verilir falan yazmıyor ya da isim geçmiyor. Normalde taksidini 1 gün geç öde,hemen arayıp taksidinizi ödeyin yoksa mahkemeye veririz diyen bu dolandırıcılar senetler zayi olunca neden arayıp haber vermezler? Yasa da bunun yeri var. Gazete de çıkan haberlere göre Evkur senetleri bankaya iskonto etmiş ve bunu taahütlü mektupla bildirmek zorunda.Ama pahalı olduğu için bunu yapmıyor.Banka banka gezip senet mi arıcaz? Geçtiğimiz haziran ayında yine aynı şube ödemelerini tam yapan müşterisine senedini selde telef oldu gerekçesiyle vermemiş,birkaç ay sonra kapıya icra memuru gelmiş.Adam da gidip cam çerçeve indirmiş dükkanda.Eee adam haklı. O yavşak mağaza müdürü ve kevaşe halkla ilişkiler müdürüyle konuştuysa vallahi de haklı. Allah belanızı versin.Bayramdan sonra görüşcez.

7 Kasım 2010 Pazar

vicdanımı aldırmak istesem


Vicdan azabı ne kötü birşeydir. Bildiğin içim yanıyor.Hiçbirşeye ağlamayan beni bile etrafı yıka döke ağlatıyor. Yıllar önce olmuş birkaç olay.. Ve karşı taraf hayatta değil,beni duymaz,görmez,bilmez artık..


Yolda,televizyonda birşey görüyorum,birşey duyuyorum. İçim parçalanıyor,yok olmak istiyorum.Çok da samimiyim. Bana verilen bu ceza ben ölene kadar son bulmayacak sanırım. Aynı cezam artmasın diye,kimseyi kırmak istemiyorum,özür diliyorum ama başarısız oluyorum,yenik düşüyorum gururuma,sinirime..


Ya da karşı tarafın haksız olmasına rağmen, dilediğim özüre anlam yüklemesi beni yoruyor. Neden bu kadar ağır gelir bazı şeyler?

6 Kasım 2010 Cumartesi

küçük mutluluklar


Nasıl sevindim nasıl sevindim anlatamam. Ki ne işime yarayacak onu da bilmiyorum ama sevindim. Efenim, Discovery Channel'da yayınlanan Miami Ink programı ne kadar güzeldir yaaaa. Gidip dövme yaptırasım geliyor izledikçe. Hatta bugün açtım Miami uçak bileti fiyatlarına baktım. Görünce hemen kapattım. Gitsem, o kadar para verdim lan deyip orda kaçak yaşamaya falan başlarım.


Neyse, facebook'ta habire ileti yazıp duruyorum diye epeydir "bazı insanlar" rahatsız olmuşlardı.Hatta kendi kafalarına göre yazıp çizip benim "problemli" olduğum kanısına varmışlardı.Kendileri ne cacıksa artık,haspalarım. Ben de Twitter aldım,kendi kendime takılıyorum.Miami Ink'teki Ami James'i takip listeme ekledim. Bugün bir de baktım ki o da beni takip listesine almış.Anaaaaaam nasıl sevindim. Hemen açtım, acaba her takip edeni mi takip ediyor diye düşündüm.Ama aslaaaaaa öyle değilmiş.


Bir anlamı olmalı.Tabi baktı efendi,hanım hanımcık kız,kaçırmayayım demiştir. Gerçi benim yazdıklarımdan pek bişey anladığını sanmıyorum ama olsun,mühim olan insanlık. Ailesi falan ölmüş,yazık bee. Yahudiymiş,çok da asabiymiş. Olsun çevremde sakin insan pek yok zaten.yadırgamam.Efeniiiiiiim düğün tarihimizi burdan ilan ederim,reşat altınlarınızı ona göre hazırlarsınız. Caaaaağnııım yaaa.

28 Ekim 2010 Perşembe

yaşlı halim daha mı fena ne




Geçenlerde balkonda otururken bir tane dede gördüm,tek başına dolaşmaya çıkmış ama sanırım hasta. Uluorta yerde işemeye başladı. Dedim keşke köşeye falan geçeydin. Kadını teki de görmüş,ciyak ciyak bağırıyor.Ne var yani adam işiyor. Dedim acaba ben yaşlanınca nasıl olurum?




Bir kere on numara kaynana olurum. Çocuğuma tek laf edenin alnını karışlarım. Herşeye de karışırım,beğenmezsem suratına fırlatırım,yaparım ben bunu. Anneannem,babaannem öyle değillerdi gerçi ama ben neden olmayayım. Annemde o potansiyeli görüyorum bak.Cumartesi kız istemeye gidicez,şimdiden söylenmeye başladı. Çok hoş vallahi.




Torunlarımla coşarım. Onlarla parka,sinemaya,diskoya,bara giderim. Onlara da laf ettirmem.Şımartırım,gelinlerim ya da damatlarım toparlasın. İşleri ne yani. Para veririm,derim "sarı kola al gel de içelim". Dedem derdi rahmetli.Para verirdi,ben bakkala gidince de sigara içerdi. Kar yağdığı zaman kar topu oynarım onlarla. Diğer dedem oynardı benimle. Yere yatardım, karda izimizi çıkarırdık. Kiraz toplardık beraber,bahçe temizlerdik,çiçek sulardık. Bir kere haber vermeden arkadaşımın oraya gitmiştik. Heryerde beni arıyorlarmış. Evin orda Yeşilırmak kanalı vardı. Bulunmayınca sanmışki oraya düştüm. Korkmuş adam,fenalaşmış. Beni bulunca ağlıyordu. Ne güzel günlerdi hey gidi hey.




Yaşlanınca çoluğumun çocuğumun yanında yaşamak istemem. Kendime bakamayacak duruma gelirsem, olursa alırım kocamı giderim huzur evine. Öyle televizyonda gördüğümüz gibi ya da Mahsun Kırmızıgül'ün filminde olduğu gibi huzur evinde çalışanların işkence ettiğini göreyim bastonumla sıçarım ağızlarına gözlerine,ipnenin evlatları. Sahilde yürücem böyle,bankta oturup güneşlenicem. Kolkola gençleri görünce "beey beeey hatırladın mı bizde böyle gezerdik,hey gidi günler hey " dicem.

24 Ekim 2010 Pazar

sıkılıyoree


Hergün aynı şeyleri yapmaktan,şimdi ne olacak diye düşünmekten,sonuç olarak bişey bulamamaktan ve kendimi kandırmaktan sıkıldım. Sıkıntımı geçirmek için bulduğum oyalanmaları bile sıkılmamın vermiş olduğu apır kasvet neticesinde elimi bile kaldırmıyorum. Şu an "hemen başlıyorsun" diye gelseler, "neye" demeden giderim ama sanırım yarım bırakırım. Hayat sevincim yok olmuş. Bitkisel hayattayım. Düz.. Nefes al ver,dizi izle,bişeyler okumaya çalış,yemek ye, ama hepsi yarım yamalak. Rutin hayatımın parçaları.


Bazen değişiklik yapmaya evren izin veriyor gibi oluyor.Sonra birileri ağız burun kıvırıyor,bişeyler geveliyorlar. Ben de gurur yapıp (aman eksik olmasın zaten) elimin tersiyle itip "istemem" diyorum. Dışarı çıkmak,arkadaşlarımı görmek,konuşmak,yüzümü yıkamak,çoraplarımı çıkarmak,dişlerimi fırçalamak,babama "günaydın" demek istemiyorum.


Daha önce de olmuştu bu. Ama bişeylere bağlanarak doğrulmuştum. Çünkü 2 ay sonra nerde,ne yapıyor olacağımı biliyordum. Ama şimdi öyle mi? Kafamda kendi kendime ihtimaller üretip,kendi kendime tribe giriyorum. Bie bakıyorsun herşey mükemmelken,birilerini kazığa oturtup intikam alıyorum, bir bakıyorsun ki hayatıma çok farklı bir şekilde yol vermiş, gidiyorum elimde bir çanta. Bazen bu hayallerin getirdiği tatminkarlıkla bir kaç saat geçiriyorum. Şizofren miyim acaba?


Ya da bazen izlediğim dizilerden,filmlerden beğendiğim bir karakter seçip onun gibi olmaya çalışıyorum. "Aaaa" diyorum "Andrea olsaydı böyle yapardı." Ama artık bunlardan da sıkıldım. Hiç böyle çaresiz olduğumu hatırlamıyorum. Beni egale etmek isteyenler,elimden amaçlarımı,planlarımı alırlarsa başarılı olurlar. O kadar uyuştum ki vursalar acımaz kıvamındayım.

20 Ekim 2010 Çarşamba

Ne güzel demiş diyen!


başına ne gelirse gelsin, karamsarlığa kapılma.
bütün kapılar kapansa bile
sonunda... "o" kimsenin bilmediği patikalar açar.

sen şu an göremesen de,
dar geçitler ardında nice cennet bahçeleri var.

şükret ! istediğini elde edince şükretmek kolaydır.
sufi; dilediği gerçekleşmediğinde de şükredebilendir.

tebrizli şems

16 Ekim 2010 Cumartesi

kadının güçlüsü


yardıma ihtiyacım var demeyi kendine bir türlü yediremeyecek kadındır..

hep ayaklarının üzerinde durması gerektigi düsüncesiyle büyümüştür. kimseye ihtiyaç duymamalıdır. faturalarını kendi öder. evde bir sey bozulduğunda elinde alet çantası kendi tamir eder. alışveriş poşetlerini kendi taşır. hayatının a'sından z'sine her şeyini kendi inşaa eder. dik durmak mecburiyetindedir. görevi her daim budur, iyi bilir. yaşamak bunu gerektirir.

sonra bir kadın çıkagelir. çıtkırıldım bi kadın. sensiz ben bir hiçim der. her daim evine bırakılması gerekir. eşyalarını baskalarına tasıtır. islerini başkalarına cözdürür. kendine ayırdığı bol vaktiyle de saçını başını tırnağını yaptırır.
o ilgiye/alakaya/ bakıma muhtaçtır. herkes onu korur. herkes ona arka çıkar. herkes onun arkasını toplar. yazık ona, o tek başına ne de mutsuz olur yoksa. ne de olsa zayıftır.

güçlü kadın sadece bakakalır.
bana kötü davrandığında benim de canım acıyor diyemez.
her şeyi tek başıma halletmek beni de yoruyor diyemez.
benim de ilgiye alakaya ihtiyacım var diyemez.
beni de koru/kolla/sev diyemez.
güclükadın ben de "kadınım" diyemez.
sadece bakakalır hemcinslerinin ardından..

güçlü kadın yalnızlıgını kendi seçmemis, ama hep "o çok güçlü, kendi başına nasılsa halleder"lerle yalnız bırakılır.

güçlü kadın yalnızlığına mahkum kadındır.
hayatın neresinde hata yaptığını ise bir türlü çözemez..

bir sevgilisi oldu mu hayatını ona endeksleyen, bakkala gitseler haberleşen, canııaamm beni filanca yere götürür müsün ya da şunu yapar mısın diye her halt için erkek arkadaşlarından medet uman kadınların ne kadar da aptal olduğunu düşünürdüm, çok da acizane bulurdum.
sonra bi gün erkek arkadaşını parmağında oynatan, peşinde pervane eden bi arkadaşım bana dedi ki "yapabileceğim bi şeyse bile off aşkım ben yapamıyorum sen yapar mısın, gelip beni şurdan alır mısın vs." derim dedi, öyle olmak lazımmış. o gün anladım ki asıl aptal benmişim. erkekler korudukları kolladıkları, onlara ihtiyaçları olduğunu hissettikleri kadınlarla kendilerine de erklerini ispat ediyorlarmış demek ki...

yalnız birey güçlü bireydir eyvallah fakat neticede y a l n ı z... ve inanmazsınız yalnız olmak da güçlü olmak da yoruyor insanı... o korunup kollanmaya muhtaç olduğu için her daim el üzerinde tutulan kadınlardan daha güçsüz ve yorgun düşer de güçlü kadın kendine yediremediğinden gık demez... akıllı geçinip aptal olandır aynı zamanda, maalesef acı gerçek bu sanırım.

15 Ekim 2010 Cuma

Hülya Avşar film çeksin istiyorum


Gündüz niyetine olsun,gece rüyamda Hülya Avşar'ı gördüm. Limonata içiyorduk beraber. Bilinç altım nelerle doluymuş yahuu. Rüya tabirlerinde arattım rüyada Hülya Avşar görmek neye hikmet oluyor diye. ehueh yok be googleda baktım. Açılan sayfaların başlıkları; Hülya Avşar erotik sahneler, Hülya Avşar masturbasyon yaparken, Hülya Avşar'ın popo sallama görüntüleri, Hülya Avşar boynuz yeme kraliçesi, Zehra bebek.. Hatta koskoca vikipedi bile popo sallama ve başka sallama hareketlerinden bahsetmiş. vay anasını bee.


Ben seviyorum bu kadını. "yürü ya kulum" şarkısını halen daha söylerim gizli gizli. Feminist bir klip olduğunu düşünenler bile var. Bana sorsan erotik. Don giymiş bir kadın elimde kamçıya benzer bişeyle adamın kıçına vurarak yürü ya kulum diyor,neysee. "sensiz kaldım" şarkısını da eminim büyük bir kitle seviyordur. Hatta bu şarkı en güzel Hülya Avşar şarkısı seçilmiş. Biraz narsistlik var kadında. "ben dönyanın en gözel karisiyam" diye dolanıyor ortalarda. Ha bence güzel, simetrik bir yüzü var,hoş. Ama azcık davranışlara dikkat etmek gerek. Yapmacık,detone kahkahalar, kendin söyleyip kendin gülmeler, boş beleş işlerle uğraşmalar olmadı be Hülya canım.


Hülya Avşar sinemaya dönsün derim. Mis gibi filmler çekiyorlar yurdum evlatları. Hülya Avşar da egosunu azcık indirip, senaristleri,yönetmenleri kendinden soğutmadan,millete itici gelmeden daha fazla, çıksın oynasın. İbrahim Tatlıses'le oynamasın lütfen. Onun o tuvalet fırçası gibi bıyıklı ağzıyla öpüşmesin lütfen. Çağan Irmak elinden tutabilir mesela. İsterim ben bunu. Çok da hoş olur bence. Kariyerini kurtarsın garip, ilerde cenaze töreninde iyi işlerle anılsın.(öldürdüm hemen kadını,ee ama hepimizin gideceği yer orası)


Hülya Avşar'ı bence menajeri harcadı,bir de kocası,bir de narsist ruhu,bir de annesi, bir de kardeşi.

14 Ekim 2010 Perşembe

üzülme, burda ona daha iyi bakacaklar


Hüsnü gitti bugün. Evi boş kaldı,arada bakıyorum.Küçük,duvarsız,etrafı telllerle çevrili,kapısında küçük kilit olan havadar ev.


2 ay evvel perşembe pazarından ördek aldıydık. İnanır mısın ölmedi,kocaman oldu. Önceleri mor selesinin içinde pek bir sevimliydi ama artık o selenin içine sığmayınca, birsüre duşa kabinde barındı. Ara sıra çay bahçesinde ki süs havuzunda yüzdü. Sonra da babam sahiplendi,ona küçük kulube yaptırdı.Hatta öyle bir sahiplendiki, yüzdürmeye götürürken bize, "ördeğin başına bişey gelirse siz de eve gelmeyin" dedi. Elleriyle salatalık,domates doğradı, küçük ve şekilli. Büyüdükçe günde 3 kilo salatalık yemeye başladı ve ilginç tarafı salatalık ve domatesten başka bişey yediremedik hayvana. Artist çıktı bu da. Hee bide kıçını tutamıyor. 2 dakikada 1 mıçıyordu her yere.


Gel zaman git zaman, artık ona bakamayacağımızı anladık. Ve bugün Darıca Hayvanat Bahçesine verdik. 2 aydır erkek bildiğimiz Hüsnü meğersem kızmış. Hüsniyeymiş kız meğersem. Hayvanat bahçesindeki arkadaşlarına nazaran küçük olduğu için dayak yemesin diye karantinaya aldılar balımı. Onun mor selesinin içinde karantinaya götürülüşüne mel mel bakarkan, annem bana "üzülme burda ona daha iyi bakacaklar" dedi. Boynumu büküp kaldım öyleee.


Annem evdeki 3,5 yaşında olan muhabbet kuşunu da vermeye heveslendi, ama muhabbet kuşunun yaptığı yavşaklığa daha fazla direnemedi. Uçup gelip omuza konmalar,muç muç öpmeler falan. "Boşver kalsın, üşür bu orada ,günah" dedi. Kısmet dedik bize.