27 Kasım 2011 Pazar

sanata ve sanatçıya destek,ellerimle hazırladım hareketimi!

korsana karşı değilim abilerim ablalarım. "tabi sanata,sanatçıya saygın yok.emek hırsızı. ucuza alıyorsun." falan filan diyenler olacaktır. emin ol çok da götümde bu laflar.

kitap,film, müzik albümü falan filan pahalı arkadaşım,haddinden fazla pahalı. genelde kampanyaları takip ediyorum ama şu an bulunduğum şehirde aradıklarımı bulmam problem oluyor. önceden istanbuldaki alkımdan alışveriş yapardım. beğendiklerim arasından kampanyada olanları alırdım. şu an yok böyle bir imkanım.

şu an fiziki olan film arşivimde 200'den fazla film var ve hepsi orjinal. bir dvd'nin normal fiyatının 15 ile tl arasında olduğunu düşünürseniz tahmin edin ne kadar para dökmüş olabilirim! tabi gidip her filme en az 15 lira vermedim. kampanyalardan 2 tl ye de film aldığım oldu ya da hakkaten 25 tl verdiklerim de oldu.

ya da kitap.. en son dün baktım. 28 tl gibi bir ücreti vardı. ben bu kitabı köprü altından alsam 5 tl vericem. aradaki farkı ölçtünüz heralde. popüler kültürün okumamız üzere direttiği kitapları korsan alıyorum. üzgünüm elif şafak sana para kazandırmadım hiç. ama bilgi ağırlıktaki bir kitabı korsan bulmanın imkanı olmadığı için parası neyse veriyorum.

müzik albümü zaten almıyorum...gidip serdar ortaç gibi bir sonradan görmenin orjinal albümüne para verenleri de anlamıyorum.

kendilerini sanatçı diye adlandırıp sanat namına bir şey yapmayan insanların kalkındırılmasına karşıyım. ben para verip bir bok anlatmadığı albümünü alıcam, o bir otobüs dolusu nataşayla alemlere akacak. nah!

sanat konusunda bariz aptal yerine konuluyoruz. dizilerde,filmlerde,şarkılarda sikimsonik temalar anlatılarak sanat yaptıklarını iddia eden kesimler bizi yiyor yahuu. hülya avşarın,petek dinçözün,serdar ortaçın ya da yerli yabancı başka kişilerin ne gibi yeteneği var,nasıl bir sanat anlayışı var,topluma ne gibi bir katkısı var,ne özellikleri var da dünyanın parasını kazanıyorlar?

bir de bu tiplerin şöyle bir özelliği var. hani milletvekilleri seçildikten sonra halkla temas etmesi o sikik kibirleri yüzünden mümkün olmuyor ya, sokaktaki vatandaşın oyuyla seçildikten sonra elinin tersiyle iterler ya... oy toplayana kadar göt öperler,seçildikten sonra götünden kan alırlar. bunların mantığı da o. yeteri kadar şana,şöhrete,üne sahip olana kadar halktan biridirler.ama istediklerine sahip olunca sanki halk veba mikrobu taşıyormuş gibi kaçarlar. fotoğraf çektirmek istesen triplere girerler. sen kimsin lan göt! düşünsenize ciciş kardeşlerin onlara durduran polislere tepkilerini! izzet yıldızhanın hava alanında kimlik soran görevlilere gösterdiği tepkiyi! allahın öküzü o ya. nihat doğan kim,ne gibi vasfı var da para içinde yüzüyor.şarkısı da şu " benim olmazsan taciz ederim". bu nedir ya? esra erol kim ki milleti itin götüne sokabiliyor. bir de kitap yazmış haspam! yaa bi siktirin gidin!

23 Kasım 2011 Çarşamba

anılaaar

sabah sabah ödev yaparken aklıma ne geldi? sonra da oturup embesil miyim neyim diye düşündüm. bazı arkadaşlarımı ve anne babalarını denkleştiremiyorum. yani bu kız,bu çocuk böyle anne babadan dünyaya gelmiş olamaz diyorum. ki şöyle, aile çok kibar,efendi insanlar ama çocuğu tam aksine despot ve bencil. tip olarak da öyle.

ilk okuldayken bir kız vardı,adı burcu. şişmandı, ben de toparlaktım. ama kız kendi götüne bakmadan benim kilomu eleştirirdi."kilon hiç sağlıklı değil,çok şişmansın" derdi. ben de tam ilk okul zekasıyla "seen kendine baaak" derdim. sonra o iğrenç, çok bilmiş edasıyla ayağa kalkıp ve özellikle omuzlarını geri atıp " benim kilom boyuma göre normal bir kerem, değil mi ha, öyle değil mi?" derdi. ben de he he diye geçiştirirdim. sonra bu besili öküz,"hocaaaaaam derya bana şişkoo dedii." diye hocaya şikayet ederdi beni. halbuki ağzımdan direk o manaya gelecek kelime çıkmazdı. ve hoca da oturduğu yerden, başını kaldırmadan " o kendine baksın" derdi.üzülürdüm lan. ne biçim öğretmensin sen? tamam ben ince,naif bir insanım demiyorum ki, ama sen benden daha şişmandın. benim en azından bacaklarım ince,göbeğim de sarkık değildi. genç irisiyim ben. annem türk standartlarına göre uzun bir insan, babam da yapılı bir insan.yetişme çağında bilmem kaç yıl yüzdüm,omuzlarım geniş. benden minyon olması beklenemez zaten. ama senin annen ufacıktı kızım,baban da uzundu ve şişmanlık namına bir şey yoktu. sen nasıl böyle oldun? ben yarım dünya isem sen 3/4 dünya idin.

ben bu kızı yıllar sonra canlı canlı gördüm. üniversite sınavına hazırlanırken benim gittiğim dershanenin yanındaki dershaneye gidiyordu. Tipik,şişman ergen havalarıyla merdivenlere oturmuş,sabahın köründe ağlayarak jelibon yiyordu. yanına gidip "burcucum,canım ne oldu bebişim?" demedim. içimde kalmış bir yara vardı çünkü. sonra facebokta gördüm, evlenmiş,çocuğu var ve yine şişman.

20 Kasım 2011 Pazar

hadi ben ödevlerle,sınavlarla kafayı yiyen bir insanım şu sıralar. bari siz yazında,okuyalım yahuu.yorum falan atarak muhabbet çevirelim. çok yalnızım,konuşak kimsemin olmamasını geçin konumda yok. hadi gari yazıverin de yorumlaşak. eheh

14 Kasım 2011 Pazartesi

güldünya

şimdi ben bunları yazarak sizin gözünüzde en büyük öküz olacağım ama olsun,kader de varsa olurum. haberlerde güldünya'nın sevgilisinin öldürüldüğünü duydum.töre cinayetleri,evet üzücü.

ama gelenektir,görenektir,töredir,neysedir. bu adam güldünya'nın hem teyzesinin oğlu hem de amcasının damadı. aralarındaki akraba bağını çözmek için kağıt kaleme ihtiyacım var,kafam o kadar seri çalışmıyor. yasak aşk (ne demekse) yaşayarak hamile kalmış. ailesi güldünya'yı kuma vermek istemiş ve güldünya'da kabul etmemiş,kaçmış.daha sonra da öldürülmüş.

belki bunun cezası ölüm olmamalıydı. "modern dünyamızda" çok başka çözümler de mevcut. ama tek taraflı bakıp olayı meşrulaştırmamak taraftarıyım. tamam ailesinin yaptığı kötü bir şey,peki güldünya'nın yaptığı çok mu normal bir şey? evli bir adamla ilişki kurmak benim zihniyetim açısından kabul edilebilir bir durum değil. aranızda "hayata at gözlükleriyle bakıyorsun." diyenler çıkacaktır. o at gözlüklerini size hediye ediyorum. ölüm ağır kaçmış olabilir,onun dışlanmasını önerirdim belki.

bu tür haberlerle kaş yaparken göz çıkarıyoruz bence. kadına şiddet, töre cinayetleri kötü,evet kabul. ama çarpık ilişkiler de kötüdür. hani kadının biri çıkıp çok eşlilik yasal olsun deyince ayağa kalktık ya hep beraber,bu da onun değişik bir versiyonu.

kadınlara sahip çıkmaktan ziyade onları itiyoruz. çocuk yaştaki kıza tecavüz edenlere lanet okuruz ama aynı yaştaki sözde oyuncu bir kız çocuğunu geleceğin seks objesi olarak yetiştiririz. manken yaparız,oyuncu yaparız,şarkıcı yaparız.sonra deriz neden böyle oldu. sen eğitmezsen, sen yol göstermezsen, modernlik adı altında göt baş açmayı,çarpık ilişkileri översen aha böyle olur.

10 Kasım 2011 Perşembe

ben kimim,biliyor musun?

biraz müdürlerden,başkanlardan falan bahsedelim mi? edelim edelim. müdür,başkan vs. olmak nşa'da (normal şartlar altında) akıllı adam işi değil. neden? sorumluluk altına giriyorsun,hesap veriyorsun,üstüne alıyorsun bazı şeyleri. normal şartlar altında dedim, çünkü biz normal şartların evlatları değiliz.

bizim aklımızla baktığımız zaman, üst düzey yetkili olmak ,bir statü, daha çok para, insanları ezmek,göt öptürtmek,saygı duyulması beklenen bir konum gibi duruyor.hatta gibisi fazla öyle bir konum. bir fıkra var bilir misiniz? vücudun tüm organları bir araya gelip müdür seçmek istemişler. beyin demiş " ben tüm fonksiyonları yönetiyorum,ben olmalıyım.",kalp demiş " ben kan pompalamasam sen nah yürütürsün o fonksiyonları", falan filan. göt de " ben müdür olmalıyım demiş.". tüm organlar buna gülmüş ve müdür o olmamış. neyse göt kızmış bu duruma,sıkmış kendini bir hafta yani tüm sıçım işlemlerini durdurmuş,vücut iflas noktasına gelmiş ve göt müdür olmuş. o zaman bu zaman dünya üzerindeki tüm götler müdür sıfatı altında toplanmış şekerlerim.girişimi yaptım,özetimi geçtim.şimdi ilerleyelim bakalım.

mesela milletvekili gönül dostlarım. milletin vekili,halk seçer değil mi? neymiş bunların görevi,bir kaçını sayalım.milletvekilinin görevleri için anayasaya bakıldığında meclisin yetki ve görevleri diye bir bölüm bulacaksınız. milletvekili de meclis üyesi olduğu için görevleri doğal olarak meclis göreviyle aynıdır. milletvekilleri TBMM'nin üyesi olarak mecliste görev yaparlar. TBMM'nin başlıca görev ve yetkileri ise, kanun koymak, değiştirmek ve kaldırmak; bakanlar kurulunu ve bakanları denetlemek;bakanlar kuruluna belli konularda kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi vermek; bütçe ve kesin hesap kanun tasarılarını görüşmek ve kabul etmek; para basılmasına ve savaş ilanına karar vermek; milletlerarası antlaşmaların onaylanmasını uygun bulmak,gibi gibi.

ancak bunun dışında kamu vicdanı ve siyasi etik açılarından vatandaşlar vekillerinde neler beklerler biraz da onlara bakalım.milletvekili adayı olan kişiler seçim sürecinde seçmenine çeşitli konularda vaatlerde bulunurlar.(üüüf hem de nasıl,ankara'ya deniz getiren bile oldu.) Seçmenler verdikleri sözleri seçildikten sonra tutmalarını beklerler.(hmmmm?!) bu nedenle milletvekili olmadan önce adayların yerine getirmeyecekleri konularda vaatte bulunmamaları gerekir.aksi durum siyasete olan güveni zayıflatır ve neticede sistem zarar görür.(sisteminize sıçayım ben sizin,hem de tam ortasına) milletvekilleri görevde bulundukları süre içerisinde her yasama dönemi sonlarında iletişim araçları yoluyla topluma mal beyanında bulunmalıdırlar.( mal beyanı diyor dikkat,değirmenin suyunu soruyorlar) milletvekillerinin söylemleri, yaşam biçimleri ve davranışları birbirine uyumlu olmalıdır.topluma örnek olmalıdırlar.( ben daha örnek bir insanım,on basarım.)
milletvekili olan kişi halkın ihtiyaç duyduğu hizmetler ve sorunlar hakkında gerek ulusal ve gerekse yerel düzeyde çözüm getirebilecek en az bir alanda uzmanlaşmış olmalıdır.(bak bu çok önemli.paran olduğu sürece her konu da uzmansın sen bu ülkede) yani belli bir alanda bilgi ve beceri sahibi olmalıdır.milletvekilleri görev süreleri içerisinde temsil ettikleri kitlerinin çıkarlarına aykırı
kişisel çıkar peşinde olanların aleti olmamalıdırlar.bu gibi durumlar karşısında kamu yararını önde tutmalıdırlar.(ya ya naturlich) Bu konuda çıkar çevrelerinin baskılarına boyun eğmemelidirler.milletvekili olan bir kişi eğer kamu kurumlarında görev alacaklar hakkında atama ve benzeri şahısları değerlendirme gibi bir güç kullanacaksa tarafsızlık, liyakat ve kamu yararına önem vermelidir.(bu konuda neler söylenmez ki, sadece AKP'nin yediği bir bok değil bu,değinicem)milletvekilleri tüm faaliyetlerinde temsil ettikleri vatandaşlarına karşı açık ve şeffaf olmalıdırlar.( yani diyor ki vatandaşı koyun gibi görme)

evet,görevleri bunlar. peki sonuçlar ne? milletvekili denen kişilerin halı ve tavrını gördüklerimle izah edeyim." ben milletvekiliyim benimle böyle konuşamazsın,sen sürdürtürüm,hapse attırırım,makam arabalarım gelsin vs." adam milletvekili oluum boru mu? ama merakım şu; bu insanların paralarının fazla olması dışında bizden ne gibi fazla özellikleri var? aday olabilmek için belli bir miktar para yatırman gerekiyor,seçim çalışmaları falan.bunlar da hep para. onu geç sırtını dayadığın kelli felli insanlar olmalı. ben asla bu kadar çok paranın temiz bir şekilde kazanılacağını inanmıyorum,asla,never ever,katiyyen. bildiğim birşeyler var da yazmak istemiyorum buraya,zan altında bırakmak istemiyorum. özet olarak bir çoğu trilyonluk adamlar. eski parayla trilyonluk,yenisini hesaplayamadım şimdi. yani paran varsa arkadaşım bu sürüyü güdersin.o kadar vasıfsız insanlar bizim temsilcimiz ki, o kadar saçma insanlar bizi bir şekilde yönetiyorlar ki.. ağzımıza sıçarak bizim ödediğimiz vergilerde oluşan maaşlarını yiyorlar. anlatabildim mi güzel kardeşim?

deprem oldu,adamlar sadece gitti gezdi geldi. bu yani. sonra bir deprem daha oldu,yine gezip geldiler.sonra bir tane daha. milletvekilliğini kendilerini göstermekten ibaret sanıyorlar. karşılık iki çift laf edemiyorlar. neden? tartışmayı bile bilmiyorlar. anayasa için bile toplanamadılar ki bu insanlar hukuk profesörü. konuşarak anlaşamıyor bu insanlar.

şu atama,sınav,torpil meselesine geleyim. AKP döneminde çok güzel patladılar.hani diyorlar ya " AKP kendi adamlarını soktu,kendi adamlarını öğretmen yaptı,el altından yerleştirdi." falan. tamam yaptı,inkar edilecek bir durumları yok. bir kere o ömer dinçer, ali demir tam allahlık tipler. ama bundan önceki hükümetlerde kimse bizi sırça köşklerde ağırlamıyordu değil mi? hatırladık mı? o zamanda onlar kendi adamlarını işlere yerleştiriyordu ama göze batmıyordu. herkes yaptı,herkes sömürdü bizi. şu an AKP değil de CHP olsaydı o kokona,buruşuk yüzüne bir kilo boya sürmüş kadınları jeeplerinin içinde görüyor olurduk,taytlı ama başı kapalı kızlarımızın yerine. çok farklı bir şey olmayacaktı bu torpil konusunda, aynı bokun laciverdi yani. şirketlere bakın, hükümetler değiştikçe yeni yeni isimler duyuyoruz değil mi? yeni iş adamları, yeni müteahhitler duyduk değil mi? ayrıca onların da ta amına koyayım ben. şu an bu ülkede yeni doğan bebekler bile borçluysa sebebi bu pezevenklerin şirketlerinin devletten aldıkları kredilerdir. ödemiyorlar ve devletin borcunu sen vergi olarak ödüyorsun. sonra bu ibneler seni köpek gibi çalıştırıyorlar özel sektör ayağına. bre pezevenk senin borcunu ödüyorum lan ben,yaptığın işten en ufak bir faydalanmam olmamasına rağmen.

neyse güzellerim kafam dağıldı,gerisi gelmedi. okuyun,devamlı okuyun ve öğrenin.size dayatılanı kabul etmeyin.birilerinin işine yaramayın,eşek olmayın. he bu öküzler gibi de olmayın. ilerde bu tarz mevkilere geldiğinizde hakkını vererek yapın. gene para ye ama toplum refahını da düşünün. okullarda dayatılan bilgilere de razı olmayın,devamlı oku,sor,sıkıştır. yap bunu canım evladım yap.

neyse şimdi oturayım da, cemaatçi bir yayın evinin hazırladığı kpss testlerimi çözeyim. belki canıma tak ederse torpil falan ararım bu kodamanlardan. beni bu hale getirenler utansın. ehehe

8 Kasım 2011 Salı

üst kattaki terörist


ağbim yirmi yaşında bu vatan için şehit oldu. siz büyük şehirlerin ışıklı bulvarlarında elinizi kolunuzu sallayarak rahatça yürüyebilin diye o gitti çukurca’da mayına bastı. ben yedi yaşındaydım o zaman. cenaze günü çok güzel bir komando üniforması çektiler üstüme, mavi bereli. ağlarsam teröristlerin sevineceğini söylediler, tuttum kendimi, hiç ağlamadım. ağbimi taşıyan cemse önümüzden geçerken dimdik durdum, asker selamını çaktım ay yıldızlı tabuta. herkes bana baktı o an, sanki şehit olan benmişim gibi sarılıp ağlamaya kalkanlar bile oldu. çok pis sinirim bozuldu bu duruma. “ağlamayın,” diye bağırdım. öyle bağırınca bütün kameralar bana döndü, akşam bütün ana haber bültenlerinde ilk haber olarak ben vardım. ertesi günkü gazeteler: “şehidin kardeşinden asker selamı” başlığıyla çıktılar. “teröre asıl darbeyi “ağlamayın!” diye bağıran bu çocuk vurdu!”

bir anda meşhur olmuştum. ama şımarmadım, genç yaşıma rağmen kaldırabildim bu şöhreti. ağbimi çok sevdiğim halde, acımı içime gömdüm yıllarca, belli etmedim kimseye. acaba beni unuttular mı diye ana haber bültenlerine telefon açtım bir iki sefer, iki-üç-beş sene geçmesine rağmen hala ağlamadığımı söyledim. haber merkezinde çalışan adamın biri, “aferin evladım, böyle devam et,” dedi. uğur dündar’ı, ali kırca’yı istedim, bağlamadılar. hiçbiri haber yapmadı ağlamayışımı, bendeki metaneti, beş senedir teröre indirdiğim psikolojik darbeleri görmezden geldiler. satılmış orospu çocukları.

sonra olan oldu. ağbimi öldüren teröristlerden biri üst kata taşındı. saçı sakalı birbirine karışmıştı, ne de olsa dağda yaşamaya alışmış hayvan. ne zaman merdivenlerden çıksa kapı deliğinden bakıyordum, kulağımı kapıya yaslayıp ayak seslerini dinliyordum. geceleri ingiliz anahtarıyla üst kata giden kalorifer borularına vurup ürkütücü seseler çıkartıyordum. en sonunda dayanamadım, bizim dükkana gittim.

“öldürelim onu baba,” dedim. “ağbimin öcünü alalım.”

babam, “allah’ından bulsun,” dedi.

“bulmaz. sen öldürmeyeceksen ben öldüreyim. türklük şuur ve gururu bunu gerektirir.”

“otur oturduğun yerde.”

“silahını ver, ben öldüreceğim. oniki yaşındayım, çok yatmam çıkarım.”

“bacaklarını kırarım senin!”

“hani ağbimin cenazesinde beni de alın komutanım, ben de savaşacağım, diyordun. hani beni kucağında sallayıp bir oğlum daha var, bu vatan için onu da veririm, diyordun. şimdi savaş zamanı baba! hadi! niye öyle ürkek bakıyorsun? yoksa sen de her şehit cenazesinden sonra iki gün gaza gelen sahte milliyetçilerden misin?”

cevap veremedi. babamla ipleri attım. anneme gittim. babamın silahını istedim, vermedi. ocağa gittim, il başkanıyla görüşmek istediğimi söyledim. başkan ayakta karşıladı, çok sever beni, her sene yeniledi ilk hediye ettiği komando üniformasını zaten. hemen bir oralet söyledi. durumu anlattım.

“tamam nurettin,” dedi. “sen üzülme. bizim çocuklara söylerim, bir bakıştırırlar. dediğin gibiyse onu buralarda barındırmayız.”

başkan sağ olsun hemen dövdürdü teröristi. apartmana girerken pencereden gördüm, zor yürüyordu, ağzını burnunu eline vermişler. bir hafta evden çıkamadı. ama yetmez. sadece dövmekle olmaz ki. iki hafta bekledim, başka icraat yok, terörist iyileşti, sokaklarda elini kolunu sallayarak gezmeye başladı. tekrar ocağa gittim, “bana verilen sözlerin yerine getirilmesini istiyorum sayın başkanım,” dedim. “eli kanlı terörist, bebek katili şerefsiz, oturuyor hala üst katımızda.”

başkan, “seni anlıyorum nurettin ama elimizden bir şey gelmez,” dedi.

“nasıl gelmez?”

“çocuk öğrenci. bir eylemi yok.”

“ne yani, eyleme geçmesini mi bekleyeceğiz?”

“eyleme geçemez. bir şey yapamaz merak etme. gözünü korkuttuk.”

“neden başkanım neden! adam teröristse sıkalım kafasına, verin silahı ben sıkayım.”

“biz silahları gömdük nurettin. çatışmaya girmiyoruz artık, eskisi gibi değil işler.”

“hadi lan oradan sayın başkanım,” dedim. “daha geçen sene takır takır saydırdınız stadın arkasındaki otopark ihalesi yüzünden.”

başkanın sinirden eli kolu titredi. tokat atacakken tuttu kendini.

“git nurettin git,” dedi. “sinirimi bozma benim!”

“gitmiyorum.”

“nurettin çık dışarı!”

“çıkmıyorum başkanım.”

iki üç adam koluma girdi, kapıya kadar ‘sen ne biçim konuşuyorsun lan başkanla,’ diye dan dun giriştiler.

“ben şehit kardeşiyim şerefsizler,” diye bağırdım. “hepinizden daha milliyetçiyim.”

başkan odadan çıktı, beni dövenleri bir kenara çekti.

“lan ben size dövün mü dedim?” diye sordu.

“ama başkanım falan,” dediler, başkan dinlemedi, hepsini tokatladı. hırsını alamadı, bir tanesine tekme attı, başka birinin kafasına da tespihini fırlattı. dediğim gibi, başkan beni çok sever. ama siyasi konjonktür nedeniyle elinden bir şey gelmiyordu.

iş başa düşmüştü. teröristi teknik takibe aldım, kendi imkanlarımla etkisiz hale getirmeye çalışacaktım. ininde vuracaktım onu. evdeki silahı aradım, annem benim kararlılığımı gördüğünden olsa gerek çok iyi saklamıştı, belki de imha etmişti. bütün dolapları altüst etmeme rağmen bulamadım. bu sayede annemin bileziklerini buldum ama. kuyumcuda bozdurdum hemen. av malzemeleri satan dükkana gittim, pompalı tüfek alacaktım. adam satmadı. izindi, form doldurmaydı, onsekiz yaşını geçmeydi falan, bir ton şey saydı, sinirden beynimden aşağı kaynar sular döküldü, adamla gırtlak gırtlağa geldik, attı beni dükkandan. madem öyle, bilezikleri geri alayım bari dedim. aynı paraya geri almadı şerefsiz kuyumcu, bir tanesini eksik verdi. akşam o sinirle eve dönerken yerden büyükçe bir taş aldım, salladım teröristin penceresine, tam isabet, şangır şungur indi cam. karşı apartmanın bahçe duvarına mevzilendim. cama çıktı terörist, baktı baktı, içeri girdi.

bu cam kırma olayı iki üç gün sakinleştirdi beni ama ondan sonra sinirlerim bozuldu. adamlar ağbimi şehit ediyor, ben sadece camlarını kırabiliyorum. bu işte müthiş bir adaletsizlik vardı, ağbimin duvardaki resmine bakmaya utanıyordum. askerdeyken yazdığı ve sonradan yüzlerce kez okuduğum mektupları yeniden okumaya utanıyordum. başka türlü bir plan geliştirmeliydim.

bıçaklamaya karar verdim. komando bıçağımı biledim. ama tehlikeli olabilirdi bu bıçaklama işi, ya hemen silahını çekerse? çekerse çeksin ne olacak! türk’e silah çekmek intihar demektir. bıçağımı alıp çıktım, kapısının önünden geri döndüm. kafama iki yumruk attım, ne yapıyordum ben? biraz mantıklı davranmalıydım, beni keklik gibi avlamasına müsaade etmemeliydim, aynı aileden iki şehit, göbek atarlardı artık. stratejik bir plan yaptım. komşu ziyareti süsü verip evine gidecektim, sonra boş bir anından faydalanarak sert bir cisimle kafasına vurup bayıltacaktım, bayılınca da artık boğazını kesiverirdim. bıçağı arka cebime koyup çıktım. tam kapısını çalacakken eve döndüm yine, mutfaktan kek alıp bir tabağa koydum, tekrar çıktım, kapıyı çaldım. karnıma bir ağrı girmişti, kalbim güm güm atıyordu. heyecanı kaldıramadım, geri kaçtım. savaş psikolojisi işte. kapı açıldığında bir kat aşağıdaydım.

‘‘kim o?’’ dedi bir kız sesi.

bu kız nereden çıkmıştı?

‘‘benim,’’ dedim.

‘‘sen kimsin?’’

‘‘alt komşunun oğluyum. annem kek yapmış, getireyim dedim.’’

merdivenleri çıktım. tabağı aldı. ‘‘teşekkür ederiz, çok düşüncelisin,’’ dedi. hayatımda gördüğüm en güzel kızdı, göğüsleri çıkmıştı, taş gibiydi.

‘‘içeri gel istersen,’’ dedi. ‘‘biz de film seyrediyorduk.’’

biz dediğine göre teröristle aynı saftaydı, çok yazık, hayatımda gördüğüm en yeşil gözlü kızdı ama gözlerinin rengi bir anda silindi gitti. ne filmi seyrediyorlardı acaba? ne olacak, örgüt içi eğitim filmidir. beni de kafalayacaklardı akıllarınca. yoksa neden içeri davet etsinler.

‘‘eee?’’ dedi.

‘‘ne eee?’’

‘‘geleceksen gel, gelmeyeceksen kapıyı kapatacağım. akşama kadar böyle durmayacağız herhalde.’’

girdim.

terörist içeriden, ‘‘kim geldi?’’ diye seslendi.

‘‘alt komşunun oğlu canım!’’

terörist, ‘‘merhaba,’’ deyip elini uzattı, pis pis sırıttı. ‘‘ben semih’’

kod adındır, yemezler canım. ben yedi yaşından beri terörle mücadele ediyorum, neler gördüm geçirdim. elini sıktım, ‘‘ben de nurettin,’’ dedim. bırakmadım avucumdaki eli, gözlerinin içine baktım, ‘‘gerçek adım tabii.’’

güldü. sevimli görünmeye çalışıyordu.

‘‘filmin en güzel yerindeydik. şu bitsin de muhabbet ederiz,’’ dedi. yerine oturdu, donmuş filmi tekrar canlandırdı. filme baktım, romantik fransız sineması, örgütçülükle alakası yok, ben gelince değiştirmişti herhalde.

güzel kız, ‘‘ne içersin?’’ diye sordu.

ortama baktım, bira içiyorlardı.

‘‘bira,’’ dedim. ‘‘öyle bakma, daha önce de çok içtim.’’ kız mutfağa gitti. semih kod adlı terörist rahat adamdı, bira dediğimde hiç bakmamıştı bile, rahatlığıyla beni kafalayacaktı güya. camı bile taktırmamıştı.

daha önce bira içtiğim yalandı tabii, şüphe çekmemek için onlar gibi takılmaya karar vermiştim. film on beş dakika sonra bitti. bu arada kız semih’e sarılmıştı iyice, keyifleri yerindeydi. teröristlik çok rahat işmiş valla, bir elinde bira, bir elinde hatun, vcd’de film, gününü gün ediyordu şerefsiz. film bitince terörist keki yedi. doymadı, kebapçıdan pide söyledi hepimize. paraları örgüt veriyordu tabii, ondan bonkördü böyle. bizim komandolar dağda yılan yesin, bunlar her gün pide kebap, bir elleri yağda bir elleri balda. planımı uygulamak için kızın gitmesini bekliyordum ama bir türlü gitmiyordu. bir yerlere telefon açtılar, kızın yerine imza atmasını istediler birilerinden. ne imzası olduğunu anlayamadım. çok da kurcalamadım, ikisini birden öldürmeye karar verdim. kız zaten, ‘‘biz,’’ demişti. yine de son anda bir duygusallık yapıp ona kıyamayabilirdim, birincisi sahiden çok güzeldi, etrafına yaralı bir kurt gibi bakıyordu, tıpkı börteçine. gözler kalbin aynasıysa işim çok zordu. ikincisi tam olarak emin değildim terörist olduğundan, masum vatandaş olma ihtimali vardı. siyasi görüşlerini sordum.

güldüler. teröristiz diyecek halleri yok. aynı soruyu bana sordular. ben gülmedim, buz gibi baktım, ‘‘türk milliyetçisiyim,’’ dedim. ‘‘saklayacak bir şeyim yok. türk’sen övün, değilsen itaat et!’’ enselerinde soluğumu duymalarının vakti gelmişti. ikisiyle de başa çıkabilirdim. lakin biradan başım dönmüştü çok pis. doğru zaman değildi belki de.

‘‘ben kalkayım artık,’’ dedim.

semih, ‘‘yine gel nurettin,’’ dedi.

‘‘elbet geleceğim,’’ dedim. ‘‘bir gece ansızın.’’

yine güldüler.

her gün gitmeye başladım üst kata. bir türlü cesaretimi toplayamıyordum. bizim semih’in bir sürü arkadaşı vardı. bütün gün oturuyorlardı. muhabbetleri iyiydi. ben yanlarında olduğum için yapacakları eylemleri konuşamıyorlardı tabii. bazen bir ikisi mutfağa çekilip fısıldaşıyordu. hemen yanlarına gidiyordum, susuyorlardı. iki tanesi tam teröristti, resmen kürt’tüler. bir de övünüyorlardı bununla. insan en azından saklamaya çalışır, ben kürt olsam kimseye söylemem mesela, kendi içimde halletmeye çalışırım o problemi. ama bunlarda hiç utanma da yoktu, evin içinde herkesin duyabileceği desibelde kürtçe konuşup bölücülük yapıyorlardı. bütün bu tahriklere rağmen günlerce alttan aldım, ‘‘gelin! tek bayrak, tek millet, tek yürek olalım,’’ çağrımı yineledim müteaddit kere. dinlemediler. en sonunda dayanamadım, çektim bu ikisini karşıma, ‘‘bugün kızılderililer bile türk olduklarını kabul ettikten sonra siz kimsiniz de biz başka bir milletiz diye lüzumsuz çıkışlar yapıyorsunuz,’’ dedim. güldüler. ‘‘üniter devlet yapısını sarsamazsınız lan,’’ diye bağırdım. ‘‘yiyorsa bölün’ kolay değil öyle o işler!’’

‘‘tam faşoymuş bu,’’ dedi kürdün biri. ‘‘küçük faşo,’’ dedi öbürü. o günden sonra adım öyle kaldı, küçük faşo aşağı küçük faşo yukarı. kendilerine taktıkları gibi bana da bir kod adı takmışlardı.

kürtlerin ana dillerinde bölücülük yaptıkları bir gündü yine. sinirim tepeme vurmuştu. onlar gittikten sonra evin içinde sert bir cisim aramaya başladım bu sefer kesin öldürecektim semih’i, hazır kız arkadaşı da yoktu, yalnız kalmıştık, aylardır beklediğim fırsat ayağıma gelmişti. arka odada bir ütü buldum. semih, mali tablo analizi isimli saçma bir dersin fotokopi notlarını okumakla meşguldü, vize haftasıymış. arkasından sessiz adımlarla yaklaştım, kafasına indirecektim dan diye, görecekti esas tabloyu, şanlı türk’ün analizini. tam vuracakken döndü. çakal! arkasında da gözü vardı sanki, o kadar gerilla eğitimi almış tabii, kolay lokma değil.

‘‘ne yapıyorsun o ütüyle?’’ diye sordu.

‘‘hiç,’’ dedim, bıraktım ütüyü. birden, ‘‘bana doğruyu söyle,’’ dedim. ‘‘terörist misin?’’

güldü yine.

‘‘gülmeyi bırak, bir sefer de adam gibi cevap ver, iki dakika delikanlı ol, rengini belli et. teröristsen teröristim kardeşim de.’’

‘‘değilim.’’

‘‘kürt arkadaşların var ama.’’

‘‘evet var, ne olacak?’’

‘‘şerefsiz,’’ dedim.

ayağa kalktı, ‘‘ne diyorsun lan sen!’’

yakasına yapıştım.

‘‘benim ağbim sizin yüzünüzden öldü lan,’’ dedim. ‘‘siz öldürdünüz onu!’’

‘‘ben kimseyi öldürmedim.’’

‘‘ağbim senin yaşındayken öldü. bir ay vardı terhisine. cenazesini bile göstermediler, paramparça olmuş.’’

‘‘bilmiyordum nurettin. çok üzüldüm.’’

sustuk on dakika.

‘‘sen kimden yanasın,’’ dedim.

‘‘ben barıştan yanayım.’’

beynimden aşağı kaynar sular döküldü. ‘‘siktir lan ne barışı,’’ diye bağırdım. ‘‘ağbimin katilleriyle mi barışacağım! kafama sıkarım daha iyi!’’

‘‘bu savaşın sonu yok ama.’’

‘‘olmasın! sana ne! senin keyfin yerinde tabii. millet dağda savaşsın sen burada otur! tembel herif! vize haftası gelene kadar ders bile çalışmadın. kız arkadaşın var, sarılıp yatıyorsun, günde kırk sefer öpüyorsun, kapıyı açmaya bile onu gönderiyorsun. geceleri yurttan kaçıyor, senin yanında kalıyor, arkadaşları imza atıyor yerine. yurt müdürünü aradım, şikayet ettim zaten.’’

yakamdan tuttu.

‘‘sen miydin lan o ihbarı yapan. vay adi şerefsiz! siktir git!’’

vileda sapını kavradım.

‘‘öldüreceğim lan seni!’’ diye bağırdım. ‘‘ölü olarak ele geçireceğim lan seni!’’

sapı çekti aldı elimden, bir yumruk oturttu çeneme. bıçağı o gün yanıma almamıştım, lanet ettim, çıktım gittim. eve indim hırsla, sinirden titriyordum. anneme, ‘‘çabuk silahı ver,’’ dedim. vermedi. bir bardak fırlattım kafasının üstünden, duvarda kırıldı. başörtüsünün ucuyla ağzını kapatıp ağlamaya başladı. üstüne yürüdüm.

‘‘sen söyledin bana! üst kata ne idüğü belirsiz biri taşındı, kesin teröristtir dedin.’’

‘‘ne bileyim evladım, saçlı sakallı görünce öyle zannettim. bana da komşular söyledi zaten. ne bileyim, öğrenciymiş çocuk.’’

‘‘öğrenci möğrenci fark etmez, etkisiz hale getireceğim onu, çabuk silahı ver.’’

‘‘vermem.’’

‘‘sen ne biçim şehit annesisin! ağbimin cenazesinde de ayıldın bayıldın zaten, senin yüzünden teröristler bayram etti. yazıklar olsun sana!’’

annemle de ipleri attım. gittim sahilde oturdum gün ağarana kadar, dalgalara baktım. çırpınırdı karadeniz’i söyledim. gerçi deniz marmara’ydı ama mühim olan duyguya girebilmekti. gözlerim doldu, neredeyse beş sene sonra ilk defa ağlayacaktım. çevreyi kolaçan ettim, kimse yoktu. ama yumruğumu dişledim, tuttum kendimi. teröristler uydu kamerasıyla fotoğrafımı çekerler allah muhafaza, ondan sonra da ‘bu muydu lan ağlamıyor dediğiniz çocuk’ diye bir karşı propaganda başlatırlar hemen, sen en iyisi ağlama oğlum nurettin dedim, sık dişini.

semih’le küsüşünce yaşamın bir anlamı kalmadı. günler sakız gibi uzamaya başladı. ne cinayet planları, ne bir ağız dalaşı, ne bir soğuk savaş atmosferi. yalnızlık berbat bir şey, kürtleri bile özlemiştim neredeyse. dayanamadım, gittim kapısını çaldım. öyle baktım boş boş. sarıldı bana.

‘‘özlemişim lan seni,’’ dedi. ‘‘küçük faşo, gir içeri.’’

işte böyle barıştık, bir şey diyemedim girdim içeri, şeytan tüyü vardı şerefsizde. biralarla, avrupa sinemasıyla, geniş arkadaş çevresiyle, fıstık gibi kız arkadaşıyla kandırmıştı beni. bu ne biçim memleketti böyle, muhabbet edecek tek arkadaşım vardı, o da teröristin biriydi.

bir gün mutfakta makarna yapıyordum. evde dünyanın adamı vardı. ortama lüzumsuz bir ciddiyet çökmüştü. iki saattir, ‘‘yapalım mı yapmayalım mı?’’ tartışması vardı.

semih, ‘‘bu ufacık yerde ne yapabiliriz ki?’’ dedi. ‘‘kimse gelmez.’’

makarnayı süzerken, ‘‘yaparız,’’ diye seslendim içeri. ‘‘merak etmeyin.’’

kürtler, ‘‘şu küçük faşo kadar olamadın,’’ dediler semih’e. semih sinirlendi, ‘‘tamam lan yapalım,’’ dedi. ‘‘ama demedi demeyin.’’

yaparız diye atlamıştım ama ne olduğunu bilmiyordum. salona girip ‘‘ne yapıyoruz?’’ diye sordum.

‘‘6 kasım.’’

‘‘6 kasım ne?’’

yine güldüler. alışmıştım artık bana gülmelerine, ben de güldüm. 6 kasım’da semih’in yanına gittim.

‘‘ne yapıyoruz semih,’’ dedim.

‘‘eylem. sen otur evde.’’

‘‘hayır, ben de geleceğim.’’

‘‘otur.’’

‘‘ne eylemi?’’

‘‘teröristlerin eylemi.’’

‘‘çocuk mu kandırıyorsun, öğrenci onlar. ikisinin arasında fark var.’’

‘‘baştan öyle demiyordun.’’

‘‘olabilir.’’

‘‘sen milliyetçi değil misin?’’

‘‘hiç kuşkun olmasın,’’ dedim. ‘‘özbeöz türküm ve şanlı milletimin milliyetçisiyim.’’

‘‘gelme o zaman.’’

‘‘türklük şuur ve gururun bunu gerektirir nurettin.’’

‘‘geleceğim.’’

‘‘neden?’’

‘‘gelirim kardeşim, allah allah. benim de arkadaş çevrem sonuçta, hepsini tanıyorum elemanların. ayrıca siz çocukları ön saflarda kullanmaya bayılırsınız zaten.’’

gittik. şehrimizdeki ilk yök karşıtı eylem. 26 öğrenci, iki kürt, bir türk milliyetçisi, altmış çevik kuvvet polisi, yirmi özel güvenlik görevlisi ve her an müdahale etmeye hazır takviye esnaf kuvvetlerinin katılımıyla gerçekleşti. polisler grubu çembere alıp ellerindeki biber gazlarını sıkmaya başlayınca herkesin gözleri doldu.

öne çıktım, ‘‘göz yaşartıcı gaz sıkmanıza gerek yok,’’ dedim. ‘‘arkadaşlar zaten yeterince duygusal insanlar.’’

polisin biri copunu kaldırdı. hem de bana! müthiş sinirim bozuldu, ‘‘o copu alırım bir tarafına sokarım bak,’’ diye bağırdım. ‘‘ben şehit kardeşiyim! sen kimsin lan bana cop kaldırıyorsun!’’ polis afalladı bir an, copla birlikte donup kaldı. arkasından iki üç polis daha geldi, konuşmaya fırsat vermeden vurmaya başladılar. hangi birine dert anlatacaksın. semih kolumdan çekip üstüme kapandı, dayağın çoğunu o yedi. dayağı yedikten sonra amcamın oğluna şikayet ettim bizim üstümüzde bizzat çalışanları. çevik kuvvet memuru olan amcamın oğlu tanımaya çalışır gibi baktı bana, tanıyınca da, ‘‘senin burada ne işin var nurettin?’’ diye sordu.

‘‘hiç. arkadaşlara bakmaya geldim. babama söylemezsen sevinirim.’’

öğrencilerin hepsini topladılar, beni bıraktılar.

babam akşama eve girer girmez iki tokat attı bana. beş sene sonra ilk defa el kaldırıyordu, amcamın oğlu anlatmış meseleyi. babam ağbimin duvardaki resmine bakıp ağlamaya başladı, ‘‘bundan sonra üst kata çıkarsan hakkımı helal etmem sana,’’ dedi. ‘‘bizi düşünmüyorsan onu düşün.’’

gene yapayalnız kaldım. on beş gün dayanabildim, sonra babam dükkandayken çıktım yine üst kata. semih eşyalarını topluyordu, her tarafta koliler vardı. ‘‘ne oluyor,’’ dedim. okuldan uzaklaştırma vermişler altı ay. boşa kira ödememek için memleketine dönüyormuş. seneye gelecekmiş.

‘‘bu eşyalar niye ortalıkta, götürmeyecek misin?’’

‘‘taşıyamam. arkadaşlara dağıtacağım eşyaları. sen de bak, istediğini al. filmleri sana bırakayım istersen.’’

‘‘yok,’’ dedim. ‘‘seyrettim zaten hepsini.’’ kolinin birinde ütüyü gördüm, ‘‘şu ütüyü versene bana,’’ dedim.

ütüyü aldım. arkasından yaklaştım. döndü.

‘‘o ütüyle ne yapacaksın?’’ diye sordu.

‘‘hiç,’’ dedim.

gözlerim dolmuştu, kendimi daha fazla tutamadım.

‘‘dönünce ara,’’ dedim. ‘‘emlakçı tanıdıklar var, her türlü yardımcı oluruz.’’

bana uzun uzun baktı. omuzlarımdan sarstı.

‘‘ne oldu nurettin? sen böyle duygusal bir tip değildin’’

‘‘değildim ama işte bu durum şimdi çok üzdü beni. sen gidince canım çok sıkılacak. yine yalnız kurt gibi kalacağım ortalıkta. günler yüzüme tükürecek.’’

kendimi tutamıyordum bir türlü. sıkıca sarıldı bana, ‘‘ağla o zaman,’’ dedi. ‘‘açılırsın.’’

‘‘peki, ben ağlarsam semih,’’ dedim. ‘‘sana bunları yapanlar sevinmez mi?’’

‘‘boş ver onları kardeşim,’’ dedi. ‘‘kimin umurunda ki…’’

7 Kasım 2011 Pazartesi



People, do you understand me now,
If sometimes I feel a little mad
Don't you know no one alive can
always be an angel
When things go wrong I seem a little sad
But I'm just a soul whose intentions are good
Oh Lord, please don't let me be misunderstood

You know sometimes, I'm so carefree
With a joy that's hard to hide
Sometimes seems that all I have is worry
And then you're bound to see my other side
But I'm just a soul whose intentions are good
Oh Lord, please don't let me be misunderstood

If I seem edgy, I want you to know
That I never mean to take it out on you
Life has its problems and I get more
than my share
But that's one thing I never mean to do
I don't mean it

People, don't you know I'm only human
Don't you know I have faults like any one
But sometimes I find myself alone regretting
Some little thing; some foolish thing
that I have done,
But I'm just a soul whose intentions are good
Oh Lord, please don't let me be misunderstood
Don't let me be misunderstood
I'm just someone whose intentions are good
Don't let me be misunderstood,
Don't let me be misunderstood

6 Kasım 2011 Pazar



bir şeyler olsa da neşemizi bulsak. "neşelenir miyiz ki, şans eseri delirsek?" demiş muhteremin biri. bisiklet mi sürsem ne yapsam. gidip dişlerimi fırçalayayım bari.

5 Kasım 2011 Cumartesi

bugün temizlik yapıyoruz


efenim bayram geliyor,evde bir temizlik hakim. terazi burcu ve tembel bir insan olarak hiç temizlik yapmak ilgimi çekmiyor. ortalığı bok götürsün hiç umrumda olmaz. dağınıklık ve toz yumakları beni rahatsız etmediği sürece, koku oluşmadığı sürece o şekil kalır. bu lafımdan pis bir insan olduğumu sanmayın,bilakis gayet temizim.sadece ölçülü temizim. temizlik yapmaktan ziyade ortalığı kirletmemeye özen gösteririm o kadar. prensip meselesi yani.

ve bilir misiniz çok titiz bir aileye mensubum. anneannem kendi evini temizlemekle kalmaz,çıkar sokağı süpürürdü.sonra apartmana taşındı. çıkıp kapısının önünü çamaşır suyuyla silerdi.korkardım beni de çamaşır suyuyla silecek diye. annemse emekli olduktan sonra her gün ev süpürmeye başladı. babam sebze,meyveleri,şişeler,kutuları kullanmadan önce hacı şakir sabun ve sıcak suyla yıkar ve yıkattırır. sanırım benim olayım tüm bunlara karşı bir tepki. gerçi ben de buz dolabına koyacağım zımbırtıları sabunla yıkayıp koyuyorum. üstüne mi işediler,tükürdüler,nerelere konuluyor bilmiyorum sonuçta.

neyse şekerimsiler, bugün temizlik yaptım. yerleri,duvarları,kapıları sildim. anneannem sopayla temizlik olmaz derdi. yani viledayla yer silinmez derdi. aklıma işlemiş sopasız temizlik yaptım. geçen hafta ulvi görev olan nar ayıklamayı başarısızlık sonuçlandırıp,kapıyı duvarı nar damlalarıyla süslemiştim. bugün onları sildim ya. 5 sezon dexter izlemiş bir insan evladı olarak, cinayet delillerini yok etmek isteyen katil edası ve titizliğiyle sildim nar damlalarını. çok başarılıyım bu konuda,seri katil olabilirim. bir de siz siz olun bugünün işini yarına bırakmayın. bir şey dökmüşseniz silin lan hemen. kuruyunca gereksiz çaba göstermek zorunda kalıyorsunuz.biliyordum gerçi ama söyleyeyim gene, bir şeyi isteyince şahane yapıyorum yahuu,hatta bokunu çıkarıyorum.hijyen manyağı yaptım evi.

temizlik yapmak sinire strese birebir. böyle bir rahatlama,böyle bir nirvanaya ulaşma ne bileyim mis kokulu bir ortam, onu da geç ayağınızın altına yapışan bir şeyler yok. odamı hala bok götürüyor ama. güzel ya,odamın benim odam olduğu burdan beli oluyor. temizlik yapın temizlik, evinizi,kendinizi, kafanızı,kalbinizi temizleyin.bayramınız da kutlu olsun bari.

but all things must pass




leaving with twilight though i was chosen
to wander the way in the darkest of nights
oh, in the summer sun how soon i came to stray
a true damnation, when i turned away

so fell autumn rain, washed away all my pain
i feel brighter somehow, lighter somehow to breathe once again
so fell autumn rain, washed my sorrows away
with the sunset behind somehow i find the dreams are to stay
so fell autumn rain

blinded by dawning so you would take me
further away, away from the fall
oh, you told me i must never dream again
a true damnation, you left me the pain

so fell autumn rain, but all things must pass

so fell autumn rain, washed away all my pain
i feel brighter somehow, lighter somehow to breathe once again
so fell autumn rain, washed my sorrows away
with the sunset behind somehow i find the dreams are to stay
so fell winter

4 Kasım 2011 Cuma

hayata dair gülümseten ufak detaylar


bugün her zamanki bezgin bekir halimle bilgisayarı kurcalarken akordiyon sesi geldi böyle kulağıma kulağıma.bu yazdan beri ara ara gelip çalarlar,millet de camdan para atar. bazıları kovalar falan. niyeyse çok da severim. odamın camından sarktım göremedim. salondan baktım ve gördüm. bir adam çalıyor,yanında da küçük bir çocuk. çok da güler yüzlüler. fotoğraf makinemi aldım,koştura koştura geldim,camdan çektim fotoğraflarını. adam da bunu gördü. önce başıyla bir selam çaktı gülümseyerek bana ve dönüp benim için çalmaya başladı. çok sevindim be, isteyerek gülümsedim vallahi. öğrenci işi de camdan para mı attım. o küçük bereli çocuk da geldi parayı aldı gülücüklü gülücüklü. gülümsemek lazım arada,kimseyi mahrum etmemek gerek bu hususta sevgi kelebeklerim.