30 Aralık 2011 Cuma

hiç tadı kalmamış buraların da..

gündüzler yetmiyor. gerçi benden ötürü yetmiyor. gündüzlerim hep verimsiz geçmiştir benim. malum bu sıralar proje ve final haftasındayım. gündüzler öyle takılmaca ile geçiyor. gece tam gaz ödev kasıyorum. misal geçtiğimiz günlerde 3 gün sadece 2'şer saat uyudum. ama dün bünyem artık pes etti. nasıl yattıysam hayvan gibi 13-14 saat uyumuşum.bir de felaket asabi,duygusal ve üşüyen bir insan oluyorum uykusuzken.

geceler güzel ya geceler.

27 Aralık 2011 Salı

tüm insanlığa hareket çekmek istiyorum

çok mutsuzum. ne kadar uğraşırsam uğraşayım olmuyor bazı şeyler. ve anladım ki olmayacakta. hatta benden öyle bağımsız ki ağzımla kuş tutmayı geç, kıçımla timsah yakalasam yine olmayacak.

bir şeylere hevesli olmanız da yetmiyor. çünkü millet heves aramıyor. kendi yöneteceği,egosunu tatmin edeceği insanlar arıyor çevresinde. o kadar meraklıyız yani birbirimizi gütmeye.

istiyorum ki,somut bir şeyler çıkartayım ortaya. emek harcayayım ve karşılığını alayım. ama yok,karşılığında şunu duyuyorum; "neden bu kadar uğraşıyorsun ki? senin işini görecek kadarını yap,gitsin." sıçtınız lan azmime. çürüttünüz lan beni. sonra diyorlar ki gençlik neden böyle.

misal bak şimdi, kpss'ye giricem diyorum. "aa dersaneye gitmeden imkanı yok kazanamazsın. bence boş ver kasma." hocam tez ne olcak diyorum. " yaa derya kasma yaa, mezun olacak şekilde ayarlarız bir şeyler." ne ayarlıcan ağzına sıçayım. hiç demiyor ki," al bak bunları oku. beraber bir çalışma hazırlayalım. yayınlatırız,ilerde işine yarar. diğerlerinden farklı,anlamlı, işe yarar bir şeyler yapalım" yok lanet olsun yok.

proje hazırlıyorum. " aay caaaanım, burda işler böyle yürümez. hem biz idare ediyoruz zaten, ortalığı ayağa kaldırmanın manası yok değil mi canıım." daha ben ne yapayım he ne yapayım? (kendi kendimi sansürledim, küfür yakışmıyor ağzıma. eğrelti duruyor. yahuu)

24 Aralık 2011 Cumartesi

dayak bir ihtiyaçtır.

ya bugün böyle konuşasım var ama konuşacak kimse yok. millete şoke edecek serilikte ve susmadan konuşabilirim,bir şeyler anlatabilirim.mümkünse yüz yüze olsun, ama adam yok yahuu. bir hocam var okulda, beni birilerine tanıtırken ya da başka hocalarla bir aradayken şöyle der, "derya, 3 saatte 3 cümle kurar,o da zorla." şimdi bu isteğimi duysa oturur ağlardı herhalde.

mail kutumu açıyorum.bir bok yok.önceden dolu olurdu. proje tartışmaları,toplantı bilmem neleri.. üniversite hayatında ne kadar aktif olursan o kadar iş bulma imkanın çok olur yalanına kanmış bir öğrenciydim ben. he yapan yine yaptı da, ben yapamadım. şanssızlık. ben de abime mail attım. 2 saat önce telefonda konuşmamızdan farklı bir şey söylemedim aslında. dışarı çık,gez toz diyorlar da nereye gideyim anasını satayım. bir kaç tane arkadaşım var zaten topu topu. onlarla dışarı çıksam dinleyeceğim hep aynı muhabbet. beş,altı senelik arkadaşlığımız varsa konuştuğumuz konular hep aynı. senelere bazlı güncellemeler oluyor sadece.

ne istediğimi bilmiyorum azizim. benim dayak yeme zamanım gelmiş. bazı kişiler için dayak bir ihtiyaçtır. ben bazen çok kopuyorum hayattan. hiç ortalarda olamıyorum. ya çok uyurum ya hiç uyumam mesela. bu sıralar bunu yapıyorum. en son dün gece babam odamın kapısını açıp kibar bir dille (!) beni uyardı. bazı şeylere olan motivasyonumu kaybettim. titre ve kendine gel lafı benim için söylenmiş. hayat işte, çeşit çeşit insan var.

19 Aralık 2011 Pazartesi

bu sıralar nedense yoğun ve sıkıntılı geçiyor. hazır dönem biterken böyle üzerimdeki ölü toprağını atmak istiyorum.

mesela, abdürrahim albayrak maç izlerkenki heyecanını istiyorum.



ya da yılmaz vural'ın;



yaaa işte böyle bir heyecan istiyorum, lakin kötü olmasın. çok mu şey istiyorum ayol?

13 Aralık 2011 Salı

izzet yıldızhan davasındaki kadınların ifadelerini değiştirmeleri ya da bursa'daki tarikat liderinin cennet vaadi ile kadınlarla ilişki kurması ve hiç bir kadının şikayetçi olmaması ne kadar ilginç değil mi? para ve güç işte.

27 Kasım 2011 Pazar

sanata ve sanatçıya destek,ellerimle hazırladım hareketimi!

korsana karşı değilim abilerim ablalarım. "tabi sanata,sanatçıya saygın yok.emek hırsızı. ucuza alıyorsun." falan filan diyenler olacaktır. emin ol çok da götümde bu laflar.

kitap,film, müzik albümü falan filan pahalı arkadaşım,haddinden fazla pahalı. genelde kampanyaları takip ediyorum ama şu an bulunduğum şehirde aradıklarımı bulmam problem oluyor. önceden istanbuldaki alkımdan alışveriş yapardım. beğendiklerim arasından kampanyada olanları alırdım. şu an yok böyle bir imkanım.

şu an fiziki olan film arşivimde 200'den fazla film var ve hepsi orjinal. bir dvd'nin normal fiyatının 15 ile tl arasında olduğunu düşünürseniz tahmin edin ne kadar para dökmüş olabilirim! tabi gidip her filme en az 15 lira vermedim. kampanyalardan 2 tl ye de film aldığım oldu ya da hakkaten 25 tl verdiklerim de oldu.

ya da kitap.. en son dün baktım. 28 tl gibi bir ücreti vardı. ben bu kitabı köprü altından alsam 5 tl vericem. aradaki farkı ölçtünüz heralde. popüler kültürün okumamız üzere direttiği kitapları korsan alıyorum. üzgünüm elif şafak sana para kazandırmadım hiç. ama bilgi ağırlıktaki bir kitabı korsan bulmanın imkanı olmadığı için parası neyse veriyorum.

müzik albümü zaten almıyorum...gidip serdar ortaç gibi bir sonradan görmenin orjinal albümüne para verenleri de anlamıyorum.

kendilerini sanatçı diye adlandırıp sanat namına bir şey yapmayan insanların kalkındırılmasına karşıyım. ben para verip bir bok anlatmadığı albümünü alıcam, o bir otobüs dolusu nataşayla alemlere akacak. nah!

sanat konusunda bariz aptal yerine konuluyoruz. dizilerde,filmlerde,şarkılarda sikimsonik temalar anlatılarak sanat yaptıklarını iddia eden kesimler bizi yiyor yahuu. hülya avşarın,petek dinçözün,serdar ortaçın ya da yerli yabancı başka kişilerin ne gibi yeteneği var,nasıl bir sanat anlayışı var,topluma ne gibi bir katkısı var,ne özellikleri var da dünyanın parasını kazanıyorlar?

bir de bu tiplerin şöyle bir özelliği var. hani milletvekilleri seçildikten sonra halkla temas etmesi o sikik kibirleri yüzünden mümkün olmuyor ya, sokaktaki vatandaşın oyuyla seçildikten sonra elinin tersiyle iterler ya... oy toplayana kadar göt öperler,seçildikten sonra götünden kan alırlar. bunların mantığı da o. yeteri kadar şana,şöhrete,üne sahip olana kadar halktan biridirler.ama istediklerine sahip olunca sanki halk veba mikrobu taşıyormuş gibi kaçarlar. fotoğraf çektirmek istesen triplere girerler. sen kimsin lan göt! düşünsenize ciciş kardeşlerin onlara durduran polislere tepkilerini! izzet yıldızhanın hava alanında kimlik soran görevlilere gösterdiği tepkiyi! allahın öküzü o ya. nihat doğan kim,ne gibi vasfı var da para içinde yüzüyor.şarkısı da şu " benim olmazsan taciz ederim". bu nedir ya? esra erol kim ki milleti itin götüne sokabiliyor. bir de kitap yazmış haspam! yaa bi siktirin gidin!

23 Kasım 2011 Çarşamba

anılaaar

sabah sabah ödev yaparken aklıma ne geldi? sonra da oturup embesil miyim neyim diye düşündüm. bazı arkadaşlarımı ve anne babalarını denkleştiremiyorum. yani bu kız,bu çocuk böyle anne babadan dünyaya gelmiş olamaz diyorum. ki şöyle, aile çok kibar,efendi insanlar ama çocuğu tam aksine despot ve bencil. tip olarak da öyle.

ilk okuldayken bir kız vardı,adı burcu. şişmandı, ben de toparlaktım. ama kız kendi götüne bakmadan benim kilomu eleştirirdi."kilon hiç sağlıklı değil,çok şişmansın" derdi. ben de tam ilk okul zekasıyla "seen kendine baaak" derdim. sonra o iğrenç, çok bilmiş edasıyla ayağa kalkıp ve özellikle omuzlarını geri atıp " benim kilom boyuma göre normal bir kerem, değil mi ha, öyle değil mi?" derdi. ben de he he diye geçiştirirdim. sonra bu besili öküz,"hocaaaaaam derya bana şişkoo dedii." diye hocaya şikayet ederdi beni. halbuki ağzımdan direk o manaya gelecek kelime çıkmazdı. ve hoca da oturduğu yerden, başını kaldırmadan " o kendine baksın" derdi.üzülürdüm lan. ne biçim öğretmensin sen? tamam ben ince,naif bir insanım demiyorum ki, ama sen benden daha şişmandın. benim en azından bacaklarım ince,göbeğim de sarkık değildi. genç irisiyim ben. annem türk standartlarına göre uzun bir insan, babam da yapılı bir insan.yetişme çağında bilmem kaç yıl yüzdüm,omuzlarım geniş. benden minyon olması beklenemez zaten. ama senin annen ufacıktı kızım,baban da uzundu ve şişmanlık namına bir şey yoktu. sen nasıl böyle oldun? ben yarım dünya isem sen 3/4 dünya idin.

ben bu kızı yıllar sonra canlı canlı gördüm. üniversite sınavına hazırlanırken benim gittiğim dershanenin yanındaki dershaneye gidiyordu. Tipik,şişman ergen havalarıyla merdivenlere oturmuş,sabahın köründe ağlayarak jelibon yiyordu. yanına gidip "burcucum,canım ne oldu bebişim?" demedim. içimde kalmış bir yara vardı çünkü. sonra facebokta gördüm, evlenmiş,çocuğu var ve yine şişman.

20 Kasım 2011 Pazar

hadi ben ödevlerle,sınavlarla kafayı yiyen bir insanım şu sıralar. bari siz yazında,okuyalım yahuu.yorum falan atarak muhabbet çevirelim. çok yalnızım,konuşak kimsemin olmamasını geçin konumda yok. hadi gari yazıverin de yorumlaşak. eheh

14 Kasım 2011 Pazartesi

güldünya

şimdi ben bunları yazarak sizin gözünüzde en büyük öküz olacağım ama olsun,kader de varsa olurum. haberlerde güldünya'nın sevgilisinin öldürüldüğünü duydum.töre cinayetleri,evet üzücü.

ama gelenektir,görenektir,töredir,neysedir. bu adam güldünya'nın hem teyzesinin oğlu hem de amcasının damadı. aralarındaki akraba bağını çözmek için kağıt kaleme ihtiyacım var,kafam o kadar seri çalışmıyor. yasak aşk (ne demekse) yaşayarak hamile kalmış. ailesi güldünya'yı kuma vermek istemiş ve güldünya'da kabul etmemiş,kaçmış.daha sonra da öldürülmüş.

belki bunun cezası ölüm olmamalıydı. "modern dünyamızda" çok başka çözümler de mevcut. ama tek taraflı bakıp olayı meşrulaştırmamak taraftarıyım. tamam ailesinin yaptığı kötü bir şey,peki güldünya'nın yaptığı çok mu normal bir şey? evli bir adamla ilişki kurmak benim zihniyetim açısından kabul edilebilir bir durum değil. aranızda "hayata at gözlükleriyle bakıyorsun." diyenler çıkacaktır. o at gözlüklerini size hediye ediyorum. ölüm ağır kaçmış olabilir,onun dışlanmasını önerirdim belki.

bu tür haberlerle kaş yaparken göz çıkarıyoruz bence. kadına şiddet, töre cinayetleri kötü,evet kabul. ama çarpık ilişkiler de kötüdür. hani kadının biri çıkıp çok eşlilik yasal olsun deyince ayağa kalktık ya hep beraber,bu da onun değişik bir versiyonu.

kadınlara sahip çıkmaktan ziyade onları itiyoruz. çocuk yaştaki kıza tecavüz edenlere lanet okuruz ama aynı yaştaki sözde oyuncu bir kız çocuğunu geleceğin seks objesi olarak yetiştiririz. manken yaparız,oyuncu yaparız,şarkıcı yaparız.sonra deriz neden böyle oldu. sen eğitmezsen, sen yol göstermezsen, modernlik adı altında göt baş açmayı,çarpık ilişkileri översen aha böyle olur.

10 Kasım 2011 Perşembe

ben kimim,biliyor musun?

biraz müdürlerden,başkanlardan falan bahsedelim mi? edelim edelim. müdür,başkan vs. olmak nşa'da (normal şartlar altında) akıllı adam işi değil. neden? sorumluluk altına giriyorsun,hesap veriyorsun,üstüne alıyorsun bazı şeyleri. normal şartlar altında dedim, çünkü biz normal şartların evlatları değiliz.

bizim aklımızla baktığımız zaman, üst düzey yetkili olmak ,bir statü, daha çok para, insanları ezmek,göt öptürtmek,saygı duyulması beklenen bir konum gibi duruyor.hatta gibisi fazla öyle bir konum. bir fıkra var bilir misiniz? vücudun tüm organları bir araya gelip müdür seçmek istemişler. beyin demiş " ben tüm fonksiyonları yönetiyorum,ben olmalıyım.",kalp demiş " ben kan pompalamasam sen nah yürütürsün o fonksiyonları", falan filan. göt de " ben müdür olmalıyım demiş.". tüm organlar buna gülmüş ve müdür o olmamış. neyse göt kızmış bu duruma,sıkmış kendini bir hafta yani tüm sıçım işlemlerini durdurmuş,vücut iflas noktasına gelmiş ve göt müdür olmuş. o zaman bu zaman dünya üzerindeki tüm götler müdür sıfatı altında toplanmış şekerlerim.girişimi yaptım,özetimi geçtim.şimdi ilerleyelim bakalım.

mesela milletvekili gönül dostlarım. milletin vekili,halk seçer değil mi? neymiş bunların görevi,bir kaçını sayalım.milletvekilinin görevleri için anayasaya bakıldığında meclisin yetki ve görevleri diye bir bölüm bulacaksınız. milletvekili de meclis üyesi olduğu için görevleri doğal olarak meclis göreviyle aynıdır. milletvekilleri TBMM'nin üyesi olarak mecliste görev yaparlar. TBMM'nin başlıca görev ve yetkileri ise, kanun koymak, değiştirmek ve kaldırmak; bakanlar kurulunu ve bakanları denetlemek;bakanlar kuruluna belli konularda kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi vermek; bütçe ve kesin hesap kanun tasarılarını görüşmek ve kabul etmek; para basılmasına ve savaş ilanına karar vermek; milletlerarası antlaşmaların onaylanmasını uygun bulmak,gibi gibi.

ancak bunun dışında kamu vicdanı ve siyasi etik açılarından vatandaşlar vekillerinde neler beklerler biraz da onlara bakalım.milletvekili adayı olan kişiler seçim sürecinde seçmenine çeşitli konularda vaatlerde bulunurlar.(üüüf hem de nasıl,ankara'ya deniz getiren bile oldu.) Seçmenler verdikleri sözleri seçildikten sonra tutmalarını beklerler.(hmmmm?!) bu nedenle milletvekili olmadan önce adayların yerine getirmeyecekleri konularda vaatte bulunmamaları gerekir.aksi durum siyasete olan güveni zayıflatır ve neticede sistem zarar görür.(sisteminize sıçayım ben sizin,hem de tam ortasına) milletvekilleri görevde bulundukları süre içerisinde her yasama dönemi sonlarında iletişim araçları yoluyla topluma mal beyanında bulunmalıdırlar.( mal beyanı diyor dikkat,değirmenin suyunu soruyorlar) milletvekillerinin söylemleri, yaşam biçimleri ve davranışları birbirine uyumlu olmalıdır.topluma örnek olmalıdırlar.( ben daha örnek bir insanım,on basarım.)
milletvekili olan kişi halkın ihtiyaç duyduğu hizmetler ve sorunlar hakkında gerek ulusal ve gerekse yerel düzeyde çözüm getirebilecek en az bir alanda uzmanlaşmış olmalıdır.(bak bu çok önemli.paran olduğu sürece her konu da uzmansın sen bu ülkede) yani belli bir alanda bilgi ve beceri sahibi olmalıdır.milletvekilleri görev süreleri içerisinde temsil ettikleri kitlerinin çıkarlarına aykırı
kişisel çıkar peşinde olanların aleti olmamalıdırlar.bu gibi durumlar karşısında kamu yararını önde tutmalıdırlar.(ya ya naturlich) Bu konuda çıkar çevrelerinin baskılarına boyun eğmemelidirler.milletvekili olan bir kişi eğer kamu kurumlarında görev alacaklar hakkında atama ve benzeri şahısları değerlendirme gibi bir güç kullanacaksa tarafsızlık, liyakat ve kamu yararına önem vermelidir.(bu konuda neler söylenmez ki, sadece AKP'nin yediği bir bok değil bu,değinicem)milletvekilleri tüm faaliyetlerinde temsil ettikleri vatandaşlarına karşı açık ve şeffaf olmalıdırlar.( yani diyor ki vatandaşı koyun gibi görme)

evet,görevleri bunlar. peki sonuçlar ne? milletvekili denen kişilerin halı ve tavrını gördüklerimle izah edeyim." ben milletvekiliyim benimle böyle konuşamazsın,sen sürdürtürüm,hapse attırırım,makam arabalarım gelsin vs." adam milletvekili oluum boru mu? ama merakım şu; bu insanların paralarının fazla olması dışında bizden ne gibi fazla özellikleri var? aday olabilmek için belli bir miktar para yatırman gerekiyor,seçim çalışmaları falan.bunlar da hep para. onu geç sırtını dayadığın kelli felli insanlar olmalı. ben asla bu kadar çok paranın temiz bir şekilde kazanılacağını inanmıyorum,asla,never ever,katiyyen. bildiğim birşeyler var da yazmak istemiyorum buraya,zan altında bırakmak istemiyorum. özet olarak bir çoğu trilyonluk adamlar. eski parayla trilyonluk,yenisini hesaplayamadım şimdi. yani paran varsa arkadaşım bu sürüyü güdersin.o kadar vasıfsız insanlar bizim temsilcimiz ki, o kadar saçma insanlar bizi bir şekilde yönetiyorlar ki.. ağzımıza sıçarak bizim ödediğimiz vergilerde oluşan maaşlarını yiyorlar. anlatabildim mi güzel kardeşim?

deprem oldu,adamlar sadece gitti gezdi geldi. bu yani. sonra bir deprem daha oldu,yine gezip geldiler.sonra bir tane daha. milletvekilliğini kendilerini göstermekten ibaret sanıyorlar. karşılık iki çift laf edemiyorlar. neden? tartışmayı bile bilmiyorlar. anayasa için bile toplanamadılar ki bu insanlar hukuk profesörü. konuşarak anlaşamıyor bu insanlar.

şu atama,sınav,torpil meselesine geleyim. AKP döneminde çok güzel patladılar.hani diyorlar ya " AKP kendi adamlarını soktu,kendi adamlarını öğretmen yaptı,el altından yerleştirdi." falan. tamam yaptı,inkar edilecek bir durumları yok. bir kere o ömer dinçer, ali demir tam allahlık tipler. ama bundan önceki hükümetlerde kimse bizi sırça köşklerde ağırlamıyordu değil mi? hatırladık mı? o zamanda onlar kendi adamlarını işlere yerleştiriyordu ama göze batmıyordu. herkes yaptı,herkes sömürdü bizi. şu an AKP değil de CHP olsaydı o kokona,buruşuk yüzüne bir kilo boya sürmüş kadınları jeeplerinin içinde görüyor olurduk,taytlı ama başı kapalı kızlarımızın yerine. çok farklı bir şey olmayacaktı bu torpil konusunda, aynı bokun laciverdi yani. şirketlere bakın, hükümetler değiştikçe yeni yeni isimler duyuyoruz değil mi? yeni iş adamları, yeni müteahhitler duyduk değil mi? ayrıca onların da ta amına koyayım ben. şu an bu ülkede yeni doğan bebekler bile borçluysa sebebi bu pezevenklerin şirketlerinin devletten aldıkları kredilerdir. ödemiyorlar ve devletin borcunu sen vergi olarak ödüyorsun. sonra bu ibneler seni köpek gibi çalıştırıyorlar özel sektör ayağına. bre pezevenk senin borcunu ödüyorum lan ben,yaptığın işten en ufak bir faydalanmam olmamasına rağmen.

neyse güzellerim kafam dağıldı,gerisi gelmedi. okuyun,devamlı okuyun ve öğrenin.size dayatılanı kabul etmeyin.birilerinin işine yaramayın,eşek olmayın. he bu öküzler gibi de olmayın. ilerde bu tarz mevkilere geldiğinizde hakkını vererek yapın. gene para ye ama toplum refahını da düşünün. okullarda dayatılan bilgilere de razı olmayın,devamlı oku,sor,sıkıştır. yap bunu canım evladım yap.

neyse şimdi oturayım da, cemaatçi bir yayın evinin hazırladığı kpss testlerimi çözeyim. belki canıma tak ederse torpil falan ararım bu kodamanlardan. beni bu hale getirenler utansın. ehehe

8 Kasım 2011 Salı

üst kattaki terörist


ağbim yirmi yaşında bu vatan için şehit oldu. siz büyük şehirlerin ışıklı bulvarlarında elinizi kolunuzu sallayarak rahatça yürüyebilin diye o gitti çukurca’da mayına bastı. ben yedi yaşındaydım o zaman. cenaze günü çok güzel bir komando üniforması çektiler üstüme, mavi bereli. ağlarsam teröristlerin sevineceğini söylediler, tuttum kendimi, hiç ağlamadım. ağbimi taşıyan cemse önümüzden geçerken dimdik durdum, asker selamını çaktım ay yıldızlı tabuta. herkes bana baktı o an, sanki şehit olan benmişim gibi sarılıp ağlamaya kalkanlar bile oldu. çok pis sinirim bozuldu bu duruma. “ağlamayın,” diye bağırdım. öyle bağırınca bütün kameralar bana döndü, akşam bütün ana haber bültenlerinde ilk haber olarak ben vardım. ertesi günkü gazeteler: “şehidin kardeşinden asker selamı” başlığıyla çıktılar. “teröre asıl darbeyi “ağlamayın!” diye bağıran bu çocuk vurdu!”

bir anda meşhur olmuştum. ama şımarmadım, genç yaşıma rağmen kaldırabildim bu şöhreti. ağbimi çok sevdiğim halde, acımı içime gömdüm yıllarca, belli etmedim kimseye. acaba beni unuttular mı diye ana haber bültenlerine telefon açtım bir iki sefer, iki-üç-beş sene geçmesine rağmen hala ağlamadığımı söyledim. haber merkezinde çalışan adamın biri, “aferin evladım, böyle devam et,” dedi. uğur dündar’ı, ali kırca’yı istedim, bağlamadılar. hiçbiri haber yapmadı ağlamayışımı, bendeki metaneti, beş senedir teröre indirdiğim psikolojik darbeleri görmezden geldiler. satılmış orospu çocukları.

sonra olan oldu. ağbimi öldüren teröristlerden biri üst kata taşındı. saçı sakalı birbirine karışmıştı, ne de olsa dağda yaşamaya alışmış hayvan. ne zaman merdivenlerden çıksa kapı deliğinden bakıyordum, kulağımı kapıya yaslayıp ayak seslerini dinliyordum. geceleri ingiliz anahtarıyla üst kata giden kalorifer borularına vurup ürkütücü seseler çıkartıyordum. en sonunda dayanamadım, bizim dükkana gittim.

“öldürelim onu baba,” dedim. “ağbimin öcünü alalım.”

babam, “allah’ından bulsun,” dedi.

“bulmaz. sen öldürmeyeceksen ben öldüreyim. türklük şuur ve gururu bunu gerektirir.”

“otur oturduğun yerde.”

“silahını ver, ben öldüreceğim. oniki yaşındayım, çok yatmam çıkarım.”

“bacaklarını kırarım senin!”

“hani ağbimin cenazesinde beni de alın komutanım, ben de savaşacağım, diyordun. hani beni kucağında sallayıp bir oğlum daha var, bu vatan için onu da veririm, diyordun. şimdi savaş zamanı baba! hadi! niye öyle ürkek bakıyorsun? yoksa sen de her şehit cenazesinden sonra iki gün gaza gelen sahte milliyetçilerden misin?”

cevap veremedi. babamla ipleri attım. anneme gittim. babamın silahını istedim, vermedi. ocağa gittim, il başkanıyla görüşmek istediğimi söyledim. başkan ayakta karşıladı, çok sever beni, her sene yeniledi ilk hediye ettiği komando üniformasını zaten. hemen bir oralet söyledi. durumu anlattım.

“tamam nurettin,” dedi. “sen üzülme. bizim çocuklara söylerim, bir bakıştırırlar. dediğin gibiyse onu buralarda barındırmayız.”

başkan sağ olsun hemen dövdürdü teröristi. apartmana girerken pencereden gördüm, zor yürüyordu, ağzını burnunu eline vermişler. bir hafta evden çıkamadı. ama yetmez. sadece dövmekle olmaz ki. iki hafta bekledim, başka icraat yok, terörist iyileşti, sokaklarda elini kolunu sallayarak gezmeye başladı. tekrar ocağa gittim, “bana verilen sözlerin yerine getirilmesini istiyorum sayın başkanım,” dedim. “eli kanlı terörist, bebek katili şerefsiz, oturuyor hala üst katımızda.”

başkan, “seni anlıyorum nurettin ama elimizden bir şey gelmez,” dedi.

“nasıl gelmez?”

“çocuk öğrenci. bir eylemi yok.”

“ne yani, eyleme geçmesini mi bekleyeceğiz?”

“eyleme geçemez. bir şey yapamaz merak etme. gözünü korkuttuk.”

“neden başkanım neden! adam teröristse sıkalım kafasına, verin silahı ben sıkayım.”

“biz silahları gömdük nurettin. çatışmaya girmiyoruz artık, eskisi gibi değil işler.”

“hadi lan oradan sayın başkanım,” dedim. “daha geçen sene takır takır saydırdınız stadın arkasındaki otopark ihalesi yüzünden.”

başkanın sinirden eli kolu titredi. tokat atacakken tuttu kendini.

“git nurettin git,” dedi. “sinirimi bozma benim!”

“gitmiyorum.”

“nurettin çık dışarı!”

“çıkmıyorum başkanım.”

iki üç adam koluma girdi, kapıya kadar ‘sen ne biçim konuşuyorsun lan başkanla,’ diye dan dun giriştiler.

“ben şehit kardeşiyim şerefsizler,” diye bağırdım. “hepinizden daha milliyetçiyim.”

başkan odadan çıktı, beni dövenleri bir kenara çekti.

“lan ben size dövün mü dedim?” diye sordu.

“ama başkanım falan,” dediler, başkan dinlemedi, hepsini tokatladı. hırsını alamadı, bir tanesine tekme attı, başka birinin kafasına da tespihini fırlattı. dediğim gibi, başkan beni çok sever. ama siyasi konjonktür nedeniyle elinden bir şey gelmiyordu.

iş başa düşmüştü. teröristi teknik takibe aldım, kendi imkanlarımla etkisiz hale getirmeye çalışacaktım. ininde vuracaktım onu. evdeki silahı aradım, annem benim kararlılığımı gördüğünden olsa gerek çok iyi saklamıştı, belki de imha etmişti. bütün dolapları altüst etmeme rağmen bulamadım. bu sayede annemin bileziklerini buldum ama. kuyumcuda bozdurdum hemen. av malzemeleri satan dükkana gittim, pompalı tüfek alacaktım. adam satmadı. izindi, form doldurmaydı, onsekiz yaşını geçmeydi falan, bir ton şey saydı, sinirden beynimden aşağı kaynar sular döküldü, adamla gırtlak gırtlağa geldik, attı beni dükkandan. madem öyle, bilezikleri geri alayım bari dedim. aynı paraya geri almadı şerefsiz kuyumcu, bir tanesini eksik verdi. akşam o sinirle eve dönerken yerden büyükçe bir taş aldım, salladım teröristin penceresine, tam isabet, şangır şungur indi cam. karşı apartmanın bahçe duvarına mevzilendim. cama çıktı terörist, baktı baktı, içeri girdi.

bu cam kırma olayı iki üç gün sakinleştirdi beni ama ondan sonra sinirlerim bozuldu. adamlar ağbimi şehit ediyor, ben sadece camlarını kırabiliyorum. bu işte müthiş bir adaletsizlik vardı, ağbimin duvardaki resmine bakmaya utanıyordum. askerdeyken yazdığı ve sonradan yüzlerce kez okuduğum mektupları yeniden okumaya utanıyordum. başka türlü bir plan geliştirmeliydim.

bıçaklamaya karar verdim. komando bıçağımı biledim. ama tehlikeli olabilirdi bu bıçaklama işi, ya hemen silahını çekerse? çekerse çeksin ne olacak! türk’e silah çekmek intihar demektir. bıçağımı alıp çıktım, kapısının önünden geri döndüm. kafama iki yumruk attım, ne yapıyordum ben? biraz mantıklı davranmalıydım, beni keklik gibi avlamasına müsaade etmemeliydim, aynı aileden iki şehit, göbek atarlardı artık. stratejik bir plan yaptım. komşu ziyareti süsü verip evine gidecektim, sonra boş bir anından faydalanarak sert bir cisimle kafasına vurup bayıltacaktım, bayılınca da artık boğazını kesiverirdim. bıçağı arka cebime koyup çıktım. tam kapısını çalacakken eve döndüm yine, mutfaktan kek alıp bir tabağa koydum, tekrar çıktım, kapıyı çaldım. karnıma bir ağrı girmişti, kalbim güm güm atıyordu. heyecanı kaldıramadım, geri kaçtım. savaş psikolojisi işte. kapı açıldığında bir kat aşağıdaydım.

‘‘kim o?’’ dedi bir kız sesi.

bu kız nereden çıkmıştı?

‘‘benim,’’ dedim.

‘‘sen kimsin?’’

‘‘alt komşunun oğluyum. annem kek yapmış, getireyim dedim.’’

merdivenleri çıktım. tabağı aldı. ‘‘teşekkür ederiz, çok düşüncelisin,’’ dedi. hayatımda gördüğüm en güzel kızdı, göğüsleri çıkmıştı, taş gibiydi.

‘‘içeri gel istersen,’’ dedi. ‘‘biz de film seyrediyorduk.’’

biz dediğine göre teröristle aynı saftaydı, çok yazık, hayatımda gördüğüm en yeşil gözlü kızdı ama gözlerinin rengi bir anda silindi gitti. ne filmi seyrediyorlardı acaba? ne olacak, örgüt içi eğitim filmidir. beni de kafalayacaklardı akıllarınca. yoksa neden içeri davet etsinler.

‘‘eee?’’ dedi.

‘‘ne eee?’’

‘‘geleceksen gel, gelmeyeceksen kapıyı kapatacağım. akşama kadar böyle durmayacağız herhalde.’’

girdim.

terörist içeriden, ‘‘kim geldi?’’ diye seslendi.

‘‘alt komşunun oğlu canım!’’

terörist, ‘‘merhaba,’’ deyip elini uzattı, pis pis sırıttı. ‘‘ben semih’’

kod adındır, yemezler canım. ben yedi yaşından beri terörle mücadele ediyorum, neler gördüm geçirdim. elini sıktım, ‘‘ben de nurettin,’’ dedim. bırakmadım avucumdaki eli, gözlerinin içine baktım, ‘‘gerçek adım tabii.’’

güldü. sevimli görünmeye çalışıyordu.

‘‘filmin en güzel yerindeydik. şu bitsin de muhabbet ederiz,’’ dedi. yerine oturdu, donmuş filmi tekrar canlandırdı. filme baktım, romantik fransız sineması, örgütçülükle alakası yok, ben gelince değiştirmişti herhalde.

güzel kız, ‘‘ne içersin?’’ diye sordu.

ortama baktım, bira içiyorlardı.

‘‘bira,’’ dedim. ‘‘öyle bakma, daha önce de çok içtim.’’ kız mutfağa gitti. semih kod adlı terörist rahat adamdı, bira dediğimde hiç bakmamıştı bile, rahatlığıyla beni kafalayacaktı güya. camı bile taktırmamıştı.

daha önce bira içtiğim yalandı tabii, şüphe çekmemek için onlar gibi takılmaya karar vermiştim. film on beş dakika sonra bitti. bu arada kız semih’e sarılmıştı iyice, keyifleri yerindeydi. teröristlik çok rahat işmiş valla, bir elinde bira, bir elinde hatun, vcd’de film, gününü gün ediyordu şerefsiz. film bitince terörist keki yedi. doymadı, kebapçıdan pide söyledi hepimize. paraları örgüt veriyordu tabii, ondan bonkördü böyle. bizim komandolar dağda yılan yesin, bunlar her gün pide kebap, bir elleri yağda bir elleri balda. planımı uygulamak için kızın gitmesini bekliyordum ama bir türlü gitmiyordu. bir yerlere telefon açtılar, kızın yerine imza atmasını istediler birilerinden. ne imzası olduğunu anlayamadım. çok da kurcalamadım, ikisini birden öldürmeye karar verdim. kız zaten, ‘‘biz,’’ demişti. yine de son anda bir duygusallık yapıp ona kıyamayabilirdim, birincisi sahiden çok güzeldi, etrafına yaralı bir kurt gibi bakıyordu, tıpkı börteçine. gözler kalbin aynasıysa işim çok zordu. ikincisi tam olarak emin değildim terörist olduğundan, masum vatandaş olma ihtimali vardı. siyasi görüşlerini sordum.

güldüler. teröristiz diyecek halleri yok. aynı soruyu bana sordular. ben gülmedim, buz gibi baktım, ‘‘türk milliyetçisiyim,’’ dedim. ‘‘saklayacak bir şeyim yok. türk’sen övün, değilsen itaat et!’’ enselerinde soluğumu duymalarının vakti gelmişti. ikisiyle de başa çıkabilirdim. lakin biradan başım dönmüştü çok pis. doğru zaman değildi belki de.

‘‘ben kalkayım artık,’’ dedim.

semih, ‘‘yine gel nurettin,’’ dedi.

‘‘elbet geleceğim,’’ dedim. ‘‘bir gece ansızın.’’

yine güldüler.

her gün gitmeye başladım üst kata. bir türlü cesaretimi toplayamıyordum. bizim semih’in bir sürü arkadaşı vardı. bütün gün oturuyorlardı. muhabbetleri iyiydi. ben yanlarında olduğum için yapacakları eylemleri konuşamıyorlardı tabii. bazen bir ikisi mutfağa çekilip fısıldaşıyordu. hemen yanlarına gidiyordum, susuyorlardı. iki tanesi tam teröristti, resmen kürt’tüler. bir de övünüyorlardı bununla. insan en azından saklamaya çalışır, ben kürt olsam kimseye söylemem mesela, kendi içimde halletmeye çalışırım o problemi. ama bunlarda hiç utanma da yoktu, evin içinde herkesin duyabileceği desibelde kürtçe konuşup bölücülük yapıyorlardı. bütün bu tahriklere rağmen günlerce alttan aldım, ‘‘gelin! tek bayrak, tek millet, tek yürek olalım,’’ çağrımı yineledim müteaddit kere. dinlemediler. en sonunda dayanamadım, çektim bu ikisini karşıma, ‘‘bugün kızılderililer bile türk olduklarını kabul ettikten sonra siz kimsiniz de biz başka bir milletiz diye lüzumsuz çıkışlar yapıyorsunuz,’’ dedim. güldüler. ‘‘üniter devlet yapısını sarsamazsınız lan,’’ diye bağırdım. ‘‘yiyorsa bölün’ kolay değil öyle o işler!’’

‘‘tam faşoymuş bu,’’ dedi kürdün biri. ‘‘küçük faşo,’’ dedi öbürü. o günden sonra adım öyle kaldı, küçük faşo aşağı küçük faşo yukarı. kendilerine taktıkları gibi bana da bir kod adı takmışlardı.

kürtlerin ana dillerinde bölücülük yaptıkları bir gündü yine. sinirim tepeme vurmuştu. onlar gittikten sonra evin içinde sert bir cisim aramaya başladım bu sefer kesin öldürecektim semih’i, hazır kız arkadaşı da yoktu, yalnız kalmıştık, aylardır beklediğim fırsat ayağıma gelmişti. arka odada bir ütü buldum. semih, mali tablo analizi isimli saçma bir dersin fotokopi notlarını okumakla meşguldü, vize haftasıymış. arkasından sessiz adımlarla yaklaştım, kafasına indirecektim dan diye, görecekti esas tabloyu, şanlı türk’ün analizini. tam vuracakken döndü. çakal! arkasında da gözü vardı sanki, o kadar gerilla eğitimi almış tabii, kolay lokma değil.

‘‘ne yapıyorsun o ütüyle?’’ diye sordu.

‘‘hiç,’’ dedim, bıraktım ütüyü. birden, ‘‘bana doğruyu söyle,’’ dedim. ‘‘terörist misin?’’

güldü yine.

‘‘gülmeyi bırak, bir sefer de adam gibi cevap ver, iki dakika delikanlı ol, rengini belli et. teröristsen teröristim kardeşim de.’’

‘‘değilim.’’

‘‘kürt arkadaşların var ama.’’

‘‘evet var, ne olacak?’’

‘‘şerefsiz,’’ dedim.

ayağa kalktı, ‘‘ne diyorsun lan sen!’’

yakasına yapıştım.

‘‘benim ağbim sizin yüzünüzden öldü lan,’’ dedim. ‘‘siz öldürdünüz onu!’’

‘‘ben kimseyi öldürmedim.’’

‘‘ağbim senin yaşındayken öldü. bir ay vardı terhisine. cenazesini bile göstermediler, paramparça olmuş.’’

‘‘bilmiyordum nurettin. çok üzüldüm.’’

sustuk on dakika.

‘‘sen kimden yanasın,’’ dedim.

‘‘ben barıştan yanayım.’’

beynimden aşağı kaynar sular döküldü. ‘‘siktir lan ne barışı,’’ diye bağırdım. ‘‘ağbimin katilleriyle mi barışacağım! kafama sıkarım daha iyi!’’

‘‘bu savaşın sonu yok ama.’’

‘‘olmasın! sana ne! senin keyfin yerinde tabii. millet dağda savaşsın sen burada otur! tembel herif! vize haftası gelene kadar ders bile çalışmadın. kız arkadaşın var, sarılıp yatıyorsun, günde kırk sefer öpüyorsun, kapıyı açmaya bile onu gönderiyorsun. geceleri yurttan kaçıyor, senin yanında kalıyor, arkadaşları imza atıyor yerine. yurt müdürünü aradım, şikayet ettim zaten.’’

yakamdan tuttu.

‘‘sen miydin lan o ihbarı yapan. vay adi şerefsiz! siktir git!’’

vileda sapını kavradım.

‘‘öldüreceğim lan seni!’’ diye bağırdım. ‘‘ölü olarak ele geçireceğim lan seni!’’

sapı çekti aldı elimden, bir yumruk oturttu çeneme. bıçağı o gün yanıma almamıştım, lanet ettim, çıktım gittim. eve indim hırsla, sinirden titriyordum. anneme, ‘‘çabuk silahı ver,’’ dedim. vermedi. bir bardak fırlattım kafasının üstünden, duvarda kırıldı. başörtüsünün ucuyla ağzını kapatıp ağlamaya başladı. üstüne yürüdüm.

‘‘sen söyledin bana! üst kata ne idüğü belirsiz biri taşındı, kesin teröristtir dedin.’’

‘‘ne bileyim evladım, saçlı sakallı görünce öyle zannettim. bana da komşular söyledi zaten. ne bileyim, öğrenciymiş çocuk.’’

‘‘öğrenci möğrenci fark etmez, etkisiz hale getireceğim onu, çabuk silahı ver.’’

‘‘vermem.’’

‘‘sen ne biçim şehit annesisin! ağbimin cenazesinde de ayıldın bayıldın zaten, senin yüzünden teröristler bayram etti. yazıklar olsun sana!’’

annemle de ipleri attım. gittim sahilde oturdum gün ağarana kadar, dalgalara baktım. çırpınırdı karadeniz’i söyledim. gerçi deniz marmara’ydı ama mühim olan duyguya girebilmekti. gözlerim doldu, neredeyse beş sene sonra ilk defa ağlayacaktım. çevreyi kolaçan ettim, kimse yoktu. ama yumruğumu dişledim, tuttum kendimi. teröristler uydu kamerasıyla fotoğrafımı çekerler allah muhafaza, ondan sonra da ‘bu muydu lan ağlamıyor dediğiniz çocuk’ diye bir karşı propaganda başlatırlar hemen, sen en iyisi ağlama oğlum nurettin dedim, sık dişini.

semih’le küsüşünce yaşamın bir anlamı kalmadı. günler sakız gibi uzamaya başladı. ne cinayet planları, ne bir ağız dalaşı, ne bir soğuk savaş atmosferi. yalnızlık berbat bir şey, kürtleri bile özlemiştim neredeyse. dayanamadım, gittim kapısını çaldım. öyle baktım boş boş. sarıldı bana.

‘‘özlemişim lan seni,’’ dedi. ‘‘küçük faşo, gir içeri.’’

işte böyle barıştık, bir şey diyemedim girdim içeri, şeytan tüyü vardı şerefsizde. biralarla, avrupa sinemasıyla, geniş arkadaş çevresiyle, fıstık gibi kız arkadaşıyla kandırmıştı beni. bu ne biçim memleketti böyle, muhabbet edecek tek arkadaşım vardı, o da teröristin biriydi.

bir gün mutfakta makarna yapıyordum. evde dünyanın adamı vardı. ortama lüzumsuz bir ciddiyet çökmüştü. iki saattir, ‘‘yapalım mı yapmayalım mı?’’ tartışması vardı.

semih, ‘‘bu ufacık yerde ne yapabiliriz ki?’’ dedi. ‘‘kimse gelmez.’’

makarnayı süzerken, ‘‘yaparız,’’ diye seslendim içeri. ‘‘merak etmeyin.’’

kürtler, ‘‘şu küçük faşo kadar olamadın,’’ dediler semih’e. semih sinirlendi, ‘‘tamam lan yapalım,’’ dedi. ‘‘ama demedi demeyin.’’

yaparız diye atlamıştım ama ne olduğunu bilmiyordum. salona girip ‘‘ne yapıyoruz?’’ diye sordum.

‘‘6 kasım.’’

‘‘6 kasım ne?’’

yine güldüler. alışmıştım artık bana gülmelerine, ben de güldüm. 6 kasım’da semih’in yanına gittim.

‘‘ne yapıyoruz semih,’’ dedim.

‘‘eylem. sen otur evde.’’

‘‘hayır, ben de geleceğim.’’

‘‘otur.’’

‘‘ne eylemi?’’

‘‘teröristlerin eylemi.’’

‘‘çocuk mu kandırıyorsun, öğrenci onlar. ikisinin arasında fark var.’’

‘‘baştan öyle demiyordun.’’

‘‘olabilir.’’

‘‘sen milliyetçi değil misin?’’

‘‘hiç kuşkun olmasın,’’ dedim. ‘‘özbeöz türküm ve şanlı milletimin milliyetçisiyim.’’

‘‘gelme o zaman.’’

‘‘türklük şuur ve gururun bunu gerektirir nurettin.’’

‘‘geleceğim.’’

‘‘neden?’’

‘‘gelirim kardeşim, allah allah. benim de arkadaş çevrem sonuçta, hepsini tanıyorum elemanların. ayrıca siz çocukları ön saflarda kullanmaya bayılırsınız zaten.’’

gittik. şehrimizdeki ilk yök karşıtı eylem. 26 öğrenci, iki kürt, bir türk milliyetçisi, altmış çevik kuvvet polisi, yirmi özel güvenlik görevlisi ve her an müdahale etmeye hazır takviye esnaf kuvvetlerinin katılımıyla gerçekleşti. polisler grubu çembere alıp ellerindeki biber gazlarını sıkmaya başlayınca herkesin gözleri doldu.

öne çıktım, ‘‘göz yaşartıcı gaz sıkmanıza gerek yok,’’ dedim. ‘‘arkadaşlar zaten yeterince duygusal insanlar.’’

polisin biri copunu kaldırdı. hem de bana! müthiş sinirim bozuldu, ‘‘o copu alırım bir tarafına sokarım bak,’’ diye bağırdım. ‘‘ben şehit kardeşiyim! sen kimsin lan bana cop kaldırıyorsun!’’ polis afalladı bir an, copla birlikte donup kaldı. arkasından iki üç polis daha geldi, konuşmaya fırsat vermeden vurmaya başladılar. hangi birine dert anlatacaksın. semih kolumdan çekip üstüme kapandı, dayağın çoğunu o yedi. dayağı yedikten sonra amcamın oğluna şikayet ettim bizim üstümüzde bizzat çalışanları. çevik kuvvet memuru olan amcamın oğlu tanımaya çalışır gibi baktı bana, tanıyınca da, ‘‘senin burada ne işin var nurettin?’’ diye sordu.

‘‘hiç. arkadaşlara bakmaya geldim. babama söylemezsen sevinirim.’’

öğrencilerin hepsini topladılar, beni bıraktılar.

babam akşama eve girer girmez iki tokat attı bana. beş sene sonra ilk defa el kaldırıyordu, amcamın oğlu anlatmış meseleyi. babam ağbimin duvardaki resmine bakıp ağlamaya başladı, ‘‘bundan sonra üst kata çıkarsan hakkımı helal etmem sana,’’ dedi. ‘‘bizi düşünmüyorsan onu düşün.’’

gene yapayalnız kaldım. on beş gün dayanabildim, sonra babam dükkandayken çıktım yine üst kata. semih eşyalarını topluyordu, her tarafta koliler vardı. ‘‘ne oluyor,’’ dedim. okuldan uzaklaştırma vermişler altı ay. boşa kira ödememek için memleketine dönüyormuş. seneye gelecekmiş.

‘‘bu eşyalar niye ortalıkta, götürmeyecek misin?’’

‘‘taşıyamam. arkadaşlara dağıtacağım eşyaları. sen de bak, istediğini al. filmleri sana bırakayım istersen.’’

‘‘yok,’’ dedim. ‘‘seyrettim zaten hepsini.’’ kolinin birinde ütüyü gördüm, ‘‘şu ütüyü versene bana,’’ dedim.

ütüyü aldım. arkasından yaklaştım. döndü.

‘‘o ütüyle ne yapacaksın?’’ diye sordu.

‘‘hiç,’’ dedim.

gözlerim dolmuştu, kendimi daha fazla tutamadım.

‘‘dönünce ara,’’ dedim. ‘‘emlakçı tanıdıklar var, her türlü yardımcı oluruz.’’

bana uzun uzun baktı. omuzlarımdan sarstı.

‘‘ne oldu nurettin? sen böyle duygusal bir tip değildin’’

‘‘değildim ama işte bu durum şimdi çok üzdü beni. sen gidince canım çok sıkılacak. yine yalnız kurt gibi kalacağım ortalıkta. günler yüzüme tükürecek.’’

kendimi tutamıyordum bir türlü. sıkıca sarıldı bana, ‘‘ağla o zaman,’’ dedi. ‘‘açılırsın.’’

‘‘peki, ben ağlarsam semih,’’ dedim. ‘‘sana bunları yapanlar sevinmez mi?’’

‘‘boş ver onları kardeşim,’’ dedi. ‘‘kimin umurunda ki…’’

7 Kasım 2011 Pazartesi



People, do you understand me now,
If sometimes I feel a little mad
Don't you know no one alive can
always be an angel
When things go wrong I seem a little sad
But I'm just a soul whose intentions are good
Oh Lord, please don't let me be misunderstood

You know sometimes, I'm so carefree
With a joy that's hard to hide
Sometimes seems that all I have is worry
And then you're bound to see my other side
But I'm just a soul whose intentions are good
Oh Lord, please don't let me be misunderstood

If I seem edgy, I want you to know
That I never mean to take it out on you
Life has its problems and I get more
than my share
But that's one thing I never mean to do
I don't mean it

People, don't you know I'm only human
Don't you know I have faults like any one
But sometimes I find myself alone regretting
Some little thing; some foolish thing
that I have done,
But I'm just a soul whose intentions are good
Oh Lord, please don't let me be misunderstood
Don't let me be misunderstood
I'm just someone whose intentions are good
Don't let me be misunderstood,
Don't let me be misunderstood

6 Kasım 2011 Pazar



bir şeyler olsa da neşemizi bulsak. "neşelenir miyiz ki, şans eseri delirsek?" demiş muhteremin biri. bisiklet mi sürsem ne yapsam. gidip dişlerimi fırçalayayım bari.

5 Kasım 2011 Cumartesi

bugün temizlik yapıyoruz


efenim bayram geliyor,evde bir temizlik hakim. terazi burcu ve tembel bir insan olarak hiç temizlik yapmak ilgimi çekmiyor. ortalığı bok götürsün hiç umrumda olmaz. dağınıklık ve toz yumakları beni rahatsız etmediği sürece, koku oluşmadığı sürece o şekil kalır. bu lafımdan pis bir insan olduğumu sanmayın,bilakis gayet temizim.sadece ölçülü temizim. temizlik yapmaktan ziyade ortalığı kirletmemeye özen gösteririm o kadar. prensip meselesi yani.

ve bilir misiniz çok titiz bir aileye mensubum. anneannem kendi evini temizlemekle kalmaz,çıkar sokağı süpürürdü.sonra apartmana taşındı. çıkıp kapısının önünü çamaşır suyuyla silerdi.korkardım beni de çamaşır suyuyla silecek diye. annemse emekli olduktan sonra her gün ev süpürmeye başladı. babam sebze,meyveleri,şişeler,kutuları kullanmadan önce hacı şakir sabun ve sıcak suyla yıkar ve yıkattırır. sanırım benim olayım tüm bunlara karşı bir tepki. gerçi ben de buz dolabına koyacağım zımbırtıları sabunla yıkayıp koyuyorum. üstüne mi işediler,tükürdüler,nerelere konuluyor bilmiyorum sonuçta.

neyse şekerimsiler, bugün temizlik yaptım. yerleri,duvarları,kapıları sildim. anneannem sopayla temizlik olmaz derdi. yani viledayla yer silinmez derdi. aklıma işlemiş sopasız temizlik yaptım. geçen hafta ulvi görev olan nar ayıklamayı başarısızlık sonuçlandırıp,kapıyı duvarı nar damlalarıyla süslemiştim. bugün onları sildim ya. 5 sezon dexter izlemiş bir insan evladı olarak, cinayet delillerini yok etmek isteyen katil edası ve titizliğiyle sildim nar damlalarını. çok başarılıyım bu konuda,seri katil olabilirim. bir de siz siz olun bugünün işini yarına bırakmayın. bir şey dökmüşseniz silin lan hemen. kuruyunca gereksiz çaba göstermek zorunda kalıyorsunuz.biliyordum gerçi ama söyleyeyim gene, bir şeyi isteyince şahane yapıyorum yahuu,hatta bokunu çıkarıyorum.hijyen manyağı yaptım evi.

temizlik yapmak sinire strese birebir. böyle bir rahatlama,böyle bir nirvanaya ulaşma ne bileyim mis kokulu bir ortam, onu da geç ayağınızın altına yapışan bir şeyler yok. odamı hala bok götürüyor ama. güzel ya,odamın benim odam olduğu burdan beli oluyor. temizlik yapın temizlik, evinizi,kendinizi, kafanızı,kalbinizi temizleyin.bayramınız da kutlu olsun bari.

but all things must pass




leaving with twilight though i was chosen
to wander the way in the darkest of nights
oh, in the summer sun how soon i came to stray
a true damnation, when i turned away

so fell autumn rain, washed away all my pain
i feel brighter somehow, lighter somehow to breathe once again
so fell autumn rain, washed my sorrows away
with the sunset behind somehow i find the dreams are to stay
so fell autumn rain

blinded by dawning so you would take me
further away, away from the fall
oh, you told me i must never dream again
a true damnation, you left me the pain

so fell autumn rain, but all things must pass

so fell autumn rain, washed away all my pain
i feel brighter somehow, lighter somehow to breathe once again
so fell autumn rain, washed my sorrows away
with the sunset behind somehow i find the dreams are to stay
so fell winter

4 Kasım 2011 Cuma

hayata dair gülümseten ufak detaylar


bugün her zamanki bezgin bekir halimle bilgisayarı kurcalarken akordiyon sesi geldi böyle kulağıma kulağıma.bu yazdan beri ara ara gelip çalarlar,millet de camdan para atar. bazıları kovalar falan. niyeyse çok da severim. odamın camından sarktım göremedim. salondan baktım ve gördüm. bir adam çalıyor,yanında da küçük bir çocuk. çok da güler yüzlüler. fotoğraf makinemi aldım,koştura koştura geldim,camdan çektim fotoğraflarını. adam da bunu gördü. önce başıyla bir selam çaktı gülümseyerek bana ve dönüp benim için çalmaya başladı. çok sevindim be, isteyerek gülümsedim vallahi. öğrenci işi de camdan para mı attım. o küçük bereli çocuk da geldi parayı aldı gülücüklü gülücüklü. gülümsemek lazım arada,kimseyi mahrum etmemek gerek bu hususta sevgi kelebeklerim.

31 Ekim 2011 Pazartesi

umuduna sıçayım

umudumu kaybettiğimi söylemiş miydim? o günden beri değişen bir şey olmadı. ne gerçekten bir şeyler yapabileceğime, ne mutlu olacağıma, ne istediğim gibi bir iş bulabileceğime, ne de olan bitenden bana pay düşeceğine inancım kalmadı. hep iyi olacak diyen düşüncelerim katrana bulandı, bir bok olmaz artık diyorlar zaar.

kendimce çabaladım,yaptım,ettim,denedim. baktım ki yanılıyorum, hep boşa kürek çekiyorum,artık çabalamaz,yapmaz,etmez,denemez oldum. böyle kafamda bir kurgu, herkesin ne söyleyeceğini, ne yapacağını, hatta başımdan ne gibi olayların geçeceğini kurguya bağladım. önceleri bu durumda yanılmayı bekledim, hadi şaşırtın beni dedim ama baktım saat gibi işliyor. işte o zaman bir şeylerin değişebilme durumuna inancımı kaybettim.

ve aslında trajik bir yaşantıya sahip olan insanların ihtiyaç duyduğu şey belki de bu olmalı. inancını kaybedip gerçeği görmek ve ona göre hayatını sürmek.

düşün ki hep aynı hatalarla hüsrana uğrayan bir zavallı, içinde bulunduğu rezalet kaybedenlik durumuna karşın her gün dua ediyor, bir çıkış için umut besliyor, yoktan bir şeylerin düzelebilmesi için secde ediyor. bu insan umutludur, umut ettiği her gün kaybeden bir çilekeştir. çünkü onu içinde bulunduğu yalnızlık çıkmazına, onu güçsüz kılan hayat beceriksizliğinin ardında yatan korkulara, insanların gözünde büyümesine sebep olan derin suçluluk duygusuna iten sebepleri görmezden geliyor, kendini başkaları gibi görebilmek için geçmiş acıların ıstırabına katlanıyordur.
böyle biri artık daha fazla uğraşmamalı. böyle bir insan, geçirdiği mutsuz çocukluk yıllarının, geçirdiği yapayalnız ergenlik senelerinin, varlık gösteremediği o 20'li yaşların hesabını sormalıdır adam akıllı. böyle bir insan, başıboş ıssız ve insansız bir evin içinde geçirdiği yalnızlığın anlamını bilmelidir. acılarını bilmelidir böyle bir kişi, derininde hissettiği reddedilmişlik duygusunun yarattığı hiçlik duygusuna boyun eğmeli, ve geçmişi eski bir sandığa döküp benzinle yakmalıdır. yaşama hesap sormanın kendi geçmişinde katlandığı acılara hesap sormakla bir olduğunu anlamadan insan, içinde bulunduğu trajedi karşısında kafasını kuma gömerek bu hayatta yaşamak adına ne yapabilir, tüm bu acılara karşı ne kadar katlanabilir, ve hepsi ne için.
umudunu,inancını yitirmek demek, belki de, , toplamında hiç eden senelere bir mana yükleme hatasına eyvallah çekmemek demektir. olmayacak duaya amin dememeyi öğrenmektir.

bıktım ya.

30 Ekim 2011 Pazar

hep şekilciyiz hep.

işimiz gücümüz her konuda ama her konuda duygu sömürüsü,prim sağlıyor ya o bakımdan. van'da deprem oldu,van'a gidenler oldu.sonra ordaki kötü durumlardan prim sağladılar. açın facebook sayfanıza bakın bakalım, kaç kişi kendinin reklamını yapmış.29 ekim'de törenler yasaklandı ve ya iptal edildi. herkes ayaklandı.

soruyorum sana,yılların gördüğü en atatürkçü,en cumhuriyetçi insan "cumhuriyet için ne yaptın?" hemen söyleyeyim, sabah kalktın,facebooku açtın,atatürk resmi ya da türk bayrağı bulup profil foton yaptın,ordan burdan laflar bulup paylaştın,cumhuriyetçi olduğunu belirttin,bitti. he belki,akşamına arkadaşların demiştir, " akşama caddeye gidelim,bir şeyler içelim,miting varmış,biraz da orda takılırız". ardından da eve geldin götünü devirip cnbc dizileri izledin.

"vatan sana canım feda" diyenler,askere gitmemek için kırk takla atanlar aynı kişiler değil mi acaba? ne yaptın oturduğun yerde konuşmaktan başka?

yediğine,içtiğine,giydiğine,okuduğuna dikkat ettin mi? tarih bilginden ne haber? kaçımız okuldaki tarih kitaplarında anlatılandan başka cumhuriyet tarihi açıp okuduk? kaçımız kurtuluş savaşı hakkında roman, hadi romanı da geç ne olursa olsun bir şeyle okuduk?ülkenin durumu ne,gelecekte ne olacak, kimler neler yapmaya çalışıyor,kafa yordun mu hiç? yakana taktığın rozetin anlamından ne haber? hep şekilciyiz hep.dostlar alışverişte görsün.yerli malı kullanmayı bile eziklik görüyoruz.

önümüze konulana razı oluyoruz. yazık ne yazık.

27 Ekim 2011 Perşembe

sonum bu olacak sanırım!

Foucault’nun amacı modernite içine sinmiş iktidar odaklarının insanı kuşatan kılcal duvarlarını deşifre etmekti. Bunun için kitaplar yazdı. Deliliğin, hapishanenin, cinselliğin tarihlerini yazdı. İktidarı soydukça soydu ama her iktidarın içinden matruşka gibi yenileri çıkıyordu. “Normal dışı”nı kapatan, cezalandıran, itip kakan; “normal” olarak bellenmiş her şeyi bıkmadan usanmadan yeniden üreten “mikro iktidarları” gün yüzüne çıkardı. Disipline edici tüm mekanizmaları teşhis etti Foucault. Aynı zamanda Tezer Özlü’nün çok çektiği mekanizmalardı bunlar:

“Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla hiç bağdaşan yanım yok… Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlerinizle. Okullarınızla. İşyerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın dediniz. Aç kalmayı denedim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz… Ben bütün bunların dışındayım.”

Tezer Özlü’nün içini kemiren her bir köşesi ince ince planlanmış, hesaplanmış modern toplumun ta kendisiydi. Duvara talimatnameler astı modern toplum. Görünen ve görünmeyen talimatnameler kapladı dört bir yanı. Evin kuralları, okulun kuralları, iş yerinin kuralları, askerlik kuralları, aşk kuralları, ahlak kuralları, evlilik kuralları, ölüm kuralları… Baba, öğretmen, patron, komutan, polis, koca, imam kuralları… Kalkış saati, otobüs saati, okul saati, mesai saati, yemek saati, paydos saati, uyku saati… Emirler devam ediyordu: Karneni pekiyi ile doldur, sınavları geç, yine sınavları geç, iş bul, para kazan, iyi para kazan, eş bul, ev al, iyi koca ol, iyi karı ol, çocuk yap, geleceğini garanti altına al, başar, başar, başar… Çalış, didin ve öl.

“Her duvar dar. Her duvar kapalı. Her duvar insanın üzerinde bir baskı. Bu kentin (Berlin) her yerine daha önceki duvarlarımla birlikte gidiyorum. Ana babamın evinin dar duvarlarıyla. Evliliklerin bunaltıcı duvarlarıyla. Büroların sigara kokan duvarıyla. Okulların acımasız duvarlarıyla. Evlerin, hapishanelerin önlerinde insanların asıldığı, kurşunladığı duvarlar. Hastane duvarları. Tımarhane duvarları, mermer duvarlar, yoksul evlerin duvarları, ihtiyarlar yurdu duvarları, kulübe duvarları, gecekondu duvarları, kent duvarları, sistemlerin duvarları.”

Tezer Özlü dayanamayanlardan biriydi. Dayanmak istemedi veya. Hepsinden önemlisi saçma buldu “normal”i. “Küçük dünyanız sizin olsun,” demekle yetinmedi, duvarları yıkmak istedi. Baba evinde sabahları düdüklerle uyandırıldı. Çocuktu. Okulda Karlofça, Pasarofça antlaşmalarını, köklerin karelerini, formülleri, Müslümanlığın kurallarını ezberledi. Bütün öğrettiklerinizi unutmak istiyorum diye yazdı. Kent elektriğini kafasına verdi tımarhane doktorları. Dayandı. İki insanın sarılarak geçirdiği sarsıntı, özü olmalı evrenin dedi. Sarıldı. Bu hayattaki yegâne amacı kendi olarak var olmaktı. Kendi oldu.

“Pazar günleri… Şimdilerde… Sokak aralarından geçerken… gözüme pijamalı aile babaları ilişirse, kışın yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim… evlerin pencere camları buharlaşmışsa… odaların içine asılmış çamaşır görürsem… bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayımlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek isterim hep.”

Gitti de. Düzenin sterilize edilmiş en düzenli hali bile soluksuz bırakıyordu onu. Sistem her yerde olduğu için varmak değildi amacı. Sadece gitmekti. Kendi yaşamını bir manifestoya, karşı çıkışa, başkaldırıya çevirdi Tezer Özlü. Yazdı da hayatını. Yaşamın Ucuna Yolculuk bir roman değildi. Çok daha fazlasıydı. Yaşamın Ucuna Yolculuk’ta hem o yolculuğu gerçekten yaşayan hem de o yolculuğu yazan bir özneye dönüştü. Bir tiyatrocunun sahne üzerinde en yüksek performansına ulaştığı; bedeni ile ruhu, mimiği, teri, eti, kanı ile başka birine dönüştüğü o büyülü an gibi Tezer Özlü de Yaşamın Ucuna Yolculuk’ta hem yaratan hem de ortaya çıkan eser oldu. Üstelik hiç rol yapmadan başardı bunu. Bu sayede modern toplumun onu sürüklediği yabancılaşma hissinin dışına çıktı. Nefes aldı.

Foucault’ya göre okul göründüğü kadar masum değildi. Çocuklara bilgi öğretmekten başka işlevleri vardı. Hapishanelerin suçluları ıslah etmesi, akıl hastanelerinin delileri iyileştirmesi görünürdeki amaçlarıydı. Asıl hedeflenen normlara uyum sağlayamayanları kapatmaktı. Foucault’a göre tüm kurumlar modern kapitalist toplumun sorunsuz işlemesi için insanı disipline etme çarkını döndürüyorlardı. Ne aile ne din ne iş yeri ne de sokak bunun dışındaydı. Sistemin ihtiyaç duyduğu itaatkârlık beden beden, düşünce düşünce üretiliyordu milyonlarca ve milyonlarca defa. Bu dönüp duran çark Tezer Özlü’yü çıldırtan, bulantı olarak içine işleyen, yollara düşüren, mengene gibi boğazını sıkan modernitenin elleriydi, kollarıydı. Ama aynı zamanda o modernite insana yabancılaşmanın farkında olunmasını sağlayan bilinci de vermişti. Tezer Özlü bu çatışmayı yaşadı durdu hayatı boyunca. İtaat etmedi ama. “Ve bana geceler yetmiyor,” dedi. “Günler yetmiyor, insan olmak yetmiyor. Sözcükler, diller yetmiyor,” dedi. O hep dışarıda olandı. Yaşadıkları, hissettikleri ve yazdıklarıyla Foucault’u satır satır haklı çıkardı.

Emre CANER ( http://www.siyaz.net/foucault-ve-tezer-ozlu/ )

26 Ekim 2011 Çarşamba

saygısızlık


İdolümün Ercüment Çözer olduğunu söylemiş miydim? Saygısızlıktan dem vurur hani. Ben de Memduh Başkan gibi bir dayanak bulursam, saygısızlığa karşı onun yaptıklarının aynısını yaparım. Yapabilirim değil,yaparım. Kızdığım konular basit şeyler aslında.

Kaldırıma araba park edenlere ifrit oluyorum. Hem de öyle böyle değil.Bir sürü otopark olmasına rağmen,adam camdan bakınca arabasını görecek diye gelip kaldırımın üstüne çıkıyor. Tam çıkıyor,öyle kenarına falan bırakmıyor. Benim ordan yürüyüp gitmem için ya bahçeye girmem gerekiyor ya da yoldan geçmem gerekiyor. Kimsenin arabası benim canımdan kıymetli değil politikasını izleyerekten, önceleri arabaların sileceklerini kaldırıyordum, baktım çözüm olmuyor, ben de arabaları çizerek sinirimi atıyorum arkadaş. Anahtarla arka kapıdan başlayarak öne fara kadar çiziyorum,hem de beyazı gözükecek şiddette.

Otobüs duraklarının önüne park eden arabalara da gıcık oluyorum. En son 2-3 hafta kadar önce böyle bir olay yaşadım. İnsanlarda zaten otobüse binmek için sıraya girme kavramı yok,yağmur yağıyor,o şahane yollarımız gölcüklerle dolmuş,arabanın teki geldi tam önüne park ederek alış veriş yapmaya gitti. Ardından gelen otobüsse durağa giremedi,trafiği tıkamamak amaçlı durmadı ve gitti. Ekstradan 20 dakika daha araba beklemek zorunda kaldım. O ve benzeri arkadaşlara sormak istiyorum; " sen oraya park ettin.İyi, hoş,güzel. Peki otobüs nereye girecek, sana mı girecek mal oğlu mal?".

Yavaş hareket eden,sorularıma geç cevap veren insanlardan nefret ediyorum. Dün okulda yaşadım. Yine otobüse biniyorum,sıra kavramı tabi ki yok, olamaz. 2 tane kız ön öne koştular ama durdular otobüsün kapısında.Cüzdanlarını yavaşça çantalarından çıkarıp,açıp,para arayıp öyle bindiler.Kimsenin geçmesine müsade etmediler tabi ki. Bunu da geçtim. Paralarını çıkarıp bindiler, bu sefer iç tarafta tıkama yaptılar. Paralarını ayıklayıp,şoföre verip,para üstü bekliyorlar. Eee andavallar!,biriniz oturun biriniz versin.Götünüzle koca yolu tıkadınız yahuu. Çok sinirleniyorum böyle durumlarda. Sen kendine oturmak için yer kapacaksın diye 8 saat kapıda seni bekleyemem ben.

Kaldırımda 2 kişinin kol kola yürümesi ayrı bir itici geliyor bana. Görüyorsun ki yolu kapatmışsın ve karşıdan insan geliyor. Normal şartlarda senin yol vermen gerekiyor boz ayı! Hayır,bir de çarpıp geçtiğinde gözlerini belertip ters ters bakmıyorlar mı kafasını yarmak istiyorum orda.Babanın yolu zaten!

Okul için İzmit'ten Sakarya'ya gidiyorum ben. Ve o arabaları bilen bilir, yolcuları tez konusuna dahil etmek gerekir. Öyle seçkin insanlar. Üniversite öğrencileri çoğunlukta tabi. Boya küpüne düşmüş gibi makyaj yapıp ( makyaj yaparak çirkinleşen tek kadın milleti bizleriz heralde, çakma blackberry telefonuna kulaklık takıp, 30 cm uzunluğundaki kırmızı ojeli tırnaklarıyla sosyal medyalarda cirit atıp,beyninden büyük küpeler takıp,2 beden küçük kot pantolon giyip modern olduğunu sanan bir kitle geneli. Hepsi değil tabi ki,tenzih ettiğim kesim mutlaka var. Okuldan dönerken yer buldum oturdum. Bir normal çantam, bir bilgisayar çantam, 2'de kitabım var ve ağırlar. 2 tane yaşlı teyze bindi,tonton böyle sevimli,sıcacık teyzeler.Nedense herkes camdan dışarı bakmaya başladı.Birisi dedi ki bu yelloz kızlarımızdan " arabanın dolu olduğunu görüyorlar,yine de biniyorlar.Ne tip insanlar bunlar yeeeaaa!". Birine ben yer verdim ve diğerine de kucağında bebeği olan bir kadın yer verdi. Sağ olsunlar eşyalarımı da aldılar. Bu tüp insanlara karşı ön yargılıyım sanırım ve genelde doğru çıkıyor bu ön yargım,sağ olsunlar ki beni düşüncelerimden dolayı utandırmıyorlar. Saça fön çekince,makyaj yapınca kendilerini modern,medeni görüyorlar. Ben de diyorum ki," medeni olmak davranışlarla ölçülür". Saygısızlar.

Bir de sınıfımda bir kız var,saçlarını elime dolayı yerde sürükleyebilirim,paçoz. Geçen hafta hoca dedi ki; " önümüzdeki hafta ders yapamayacağım,başka bir gün ayarlayalım, o gün yapalım". Çarşamba dediler. Ben de bana uymuyor,salı günü uygunsa gelebilirim dedim. Kız bağırır bir şekilde atladı; " mümkünatı yok, haftada 4 gün gelemem,çarşamba olsun,o gün başka derdim de var,hem ben çalışıyorum." dedi. Bana ne senin çalışmandan,çalışıyorsan gidersin e-mba yaparsın. Hiç bir şey değilde,can havli gibi bağırması beni gerdi.Sınıf ta dumur oldu zaten. İşte çeşit çeşit insan var ve uğraşıyoruz.

Daha onlarca şey yazabilirim buraya. Ben bu tarz durumlara dikkat ediyorum,karşımdakilerden de aynı şeyi bekliyorum. Olması gerekeni bekliyorum ben. Git, ağzınla kuş tut demiyorum kimseye. Ufak şeyler ama inanılmaz öfkeleniyorum.Ercüment Çözer benim.Ercü diyebilirsiniz bana.

deprem ve yardım silsilesi


Topbaş açıklama yapmış olası İstanbul depremi için.Yapılan çalışmaların yeterli olmadığını,şimdiye kadar bilmem ne kadarlık deprem yatırımı yaptıklarını, vatandaşların kendi binalarında iyileştirme yapmaları gerektiğini ama bunun için belediyenin kredi veremeyeceğini,herkesin kendi işini kendisinin görmesi gerektiğini,99 Marmara depremine kadar uzmanların nerede olduğunu,binalarda traşlamaya gitmeleri gerektiğini falan açıklamış.99 depreminden bu yana kadar devlet nerdeydi? 35-40 katlı apartmanlar dikenler izinsiz yapmıyor herhalde,birileri o projeleri onaylıyor değil mi Kadirciğim? Sen eşine dostuna izin ver, seçimlerde oy toplayacağım,sempati toplayacağım diye kaçak yapılanmaya izin ver. Sonra deprem olsun,sel olsun,suçun tamamı yine vatandaşı olsun. Hırsızın hiç mi suçu yok acaba?

Sonracıma Ali Ağaoğlu. Haber tarihi nedir bilemiyorum ama onun da itirafları mevcut. Diyor ki; "1970'li yıllarda İstanbul'un Anadolu yakasında yapılan yapıların büyük bir kısmına inşaat malzemesini ben sattım. Kumları Marmara Denizi'nden demirleri hurdadan çektik. O zamanın şartlarında en iyi malzeme buydu. Sadece biz değil tüm firmalar aynı şeyi yapıyordu. Deprem olursa İstanbul'a ordu bile giremez, ölen şanslıdır". Savunması geliyor şimdi,dikkat; "Herkes böyle çalışıyordu". Enteresan değil mi?

Uzmanların dediğine göre,en iyi ihtimalle depremde İstanbul'da 5000(beş bin) bina yıkılacak.Köprülerin 8 şiddetine dayanabileceğini söylüyorlar ama bilemem tabi.Bu binaların hepsinin başına bir arama kurtarma ekibi koymanız imkansız. Yeme-içme,barınma,korunma şartlarını düşünün bakalım ne çıkacak.Sonuç olarak abilerim, ablalarım eğer böyle bir deprem olacaksa ve durum da buysa şimdiden vedalaşalım.

Bir de gönderilen yardımlar için bir şeyler gevelemek istiyorum. Okuduğum haberler doğruysa tır tır yardım gitmiş ve gidecek. Bilmem kaç ton battaniye taşınmış. Peki orda insanlar neden yağma yapıyorlar. Ya aç gözlülükten ya da yardımların adaletsiz dağıtımından. Son zamanlarda hep 99 depreminden bahsettim ama başka dayanağım yok. İzmit'e gelen yardımların çoğu belirli noktalarda toplanıyor ve odan görevliler tarafından dağıtılıyordu. Ve deli gibi yardım geldi. Evleri yıkılanlar için beyaz eşyalar, mobilyalar, nevresim takımları,yataklar,yorganlar, markalı kıyafetler,hatta o an bana tuhaf gelen Vakko'nun göndermiş olduğu takım elbiseler. Deli gibi yardım vardı. Ve ne oldu biliyor musunuz? Bu yardımların çoğu hiç ihtiyacı olmayan kişilerce alındı. Bazıları satıldı. O zamanın devlet kurumlarından birinin üst düzey yönetici olan bir kişi, eşini getirerek " beğendiklerini al" dedi. Ki bu kişinin dağda domuzu eksik sadece.O kadar durumu iyiydi. Bazende yardım tırları yanlış yerlere gittiler. Benim şu an oturmuş olduğum yer izmit'in nadir sağlam kalan yerlerinden. Kimsenin bir şeye ihtiyacı yoktu,evlerine rahat bir şekilde girip istediklerini alıp çıkabilme gibi bir lüksleri vardı. En fazla ihtiyacımız olan su ve ekmekti. Çünkü üretim denen bir şey yok ve ibnetör market sahipleri ellerinde olan stokları fahiş fiyata satıyorlardı. Yani yanlış insanlara da kılık kıyafet yardımı yapılabiliyor.

Van'da da büyük ihtimal durum bu. İdari eksiklik var. Ayrıca yardım dağıtımlarının afeti yaşamış kişilerin olmaması gerekir. Kayıt falan alınması gerekir. Bu konuda hiç ilerlememişiz. Bir de Kızılay vakası var. Sel olur,deprem olur Kızılay'a yardım edilir ama nedense Kızılay kimseye yeteri kadar yardım edemez. Sen İstanbul depremini bekliyorsun ve elindeki çadır ve battaniye sayısı bu. Yazık. Kızılay'ı soyanların yatacak yeri yok.

Bir de soyguncular var.Bildiğin dolmuşa binip akın akın akbaba gibi geliyorlar. Allah bildiği gibi yapsın onları. Enkazda milletin kolunu,parmağını keserek altınlarını çalıyorlar. Hatta bir şey okudum ve şok oldum. Ölü kadınlara tecavüz edenleri bile varmış. İblis kaçmış bunların içine. Bu para ve altın çok büyük ikna ediyor insanları. Bir yakınımın dükkanının bulunduğu bina çökmüştü. Baya da süre geçmişti üstünden,ölen öldü kalan kaldı. Binanın sahibi de doğulu bir aile ve çöken binada oturuyorlardı. Şöyle bir dedikodu çıktı; kadının kilo kilo altınları varmış. O enkazın temizlenmesi 1 günü almadı.Ve, evet altın çıkmadı.

Denetim çok önemli ki bizim uzaktan yakından hiç alakamız yok. İzmit'te bir çok çürük ev var. Bir sıva bir boya ile işi çözdüler. Hatta Bulvar Caddesindeki kız öğrenci yurdu çürük, ağır hasarlıydı o bina. Şu an yurt. Olur da yakınınız falan vardır,uyarayım istedim. Lütfen artık bazı şeylere duyarlı olalım. Televizyonda insanların ne halde olduğunu görüyorsunuz. Gerçekten hiç kolay atlatılabilen bir afet türü değil.

Fotoğraftaki bebek,99 depreminde yardımda çıkmıştı.O zamandan beri saklıyorum. Eğer imkan bulabilirsem kendimce hazırladığım yardım paketiyle beraber bunu da göndereceğim. Belki gelecek zamanda başka biri tarafından,başka birine umut olması için gönderilir, kim bilir.

İyi akşamlar arkadaşlarım, her nerde tesadüf eseri yaşıyor ve yaşatılıyorsanız!

25 Ekim 2011 Salı

Öğrendim




Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum.
Işığı gördüm, korktum.
Ağladım.

Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim.
Karanlığı gördüm, korktum.
Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi...
Ağladım.

Yaşamayı öğrendim.
Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu;
aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu
öğrendim.

Zamanı öğrendim.
Yarıştım onunla...
Zamanla yarışılmayacağını,
zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim...

İnsanı öğrendim.
Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu...
Sonra da her insanin içinde
iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.

Sevmeyi öğrendim.
Sonra güvenmeyi...
Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu,
sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu
öğrendim.

İnsan tenini öğrendim.
Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu...
Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.

Evreni öğrendim.
Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.
Sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni aydınlatabilmek
Gerektiğini öğrendim.

Ekmeği öğrendim.
Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini.
Sonra da ekmeği hakça üleşmenin, bolca üretmek kadar
önemli olduğunu öğrendim.

Okumayı öğrendim.
Kendime yazıyı öğrettim sonra...
Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana...

Gitmeyi öğrendim.
Sonra dayanamayıp dönmeyi...
Daha da sonra kendime rağmen gitmeyi...

Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yasta...
Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.
Sonra da asil yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine vardım.

Düşünmeyi öğrendim.
Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.
Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek
olduğunu öğrendim.

Namusun önemini öğrendim evde...
Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu;
gerçek namusun, günah elinin altındayken, günaha el
sürmemek olduğunu öğrendim.

Gerçeği öğrendim bir gün...
Ve gerçeğin acı olduğunu...
Sonra dozunda acının, yemeğe olduğu kadar hayata da
“lezzet” kattığını öğrendim.

Her canlının ölümü tadacağını,
ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.

Ben dostlarımı ne kalbimle nede aklımla severim.
Olur ya ...
Kalp durur ...
Akıl unutur ...
Ben dostlarımı ruhumla severim.
O ne durur, ne de unutur ...

Mevlana

kaddafi öldü ama !

Bir orta doğu diktatörü mü desem, lideri mi desem bilemedim, öldürüldü. Evet, Kaddafi'den bahsediyorum. 200 milyar dolar serveti varmış adamın, az yememiş kıl yumağı.

Neyse, zenginin malı züğürdün çenesini daha fazla yormadan konuma geçeyim. Bu adam, insanlığı çok düşünen tarafların desteği ile demokrasi uğruna öldürüldü (acaba??!). Görüntüleri izlediniz mi bilmiyorum,kimisi ağır yaralı halde diyor kimisi ölmüştü diyor, o halde adama işkence yaptılar. Kaddafi'nin eziyetlerinden bıkan kendi halkı, kendi müslüman halkı bir ölüye ya da yaralıya işkence yaptı. Ölüsüyle fotoğraf çektirdiler, tekmelediler. Ve dış mihraklar da buna izin verdiler. Şu sıralar yaşadığımız olaylarda da "ilahi adalet" kavramında bahsediyorlar ya, hah işte, islamda işkence yoktur. Ne ölüye, ne diriye. Kendi çıkarları,sözde toplum düzenleri adına islamiyet şekil değiştiriyor sanırım.

ABD Bin Ladin'i öldürdü,Saddam'ı astı. Ama en ufak işkence görüntüsü su yüzüne çıkmadı. Takıldığım nokta şu; bu görüntüler dünya kanallarında yayınlanıyor. İslam ülkeleri vahşi,cani,yobaz diye gösterilerek ilerde yapacağı çalışmalara (!) ortam mı hazırlıyor diye düşünmedim değil. Malum Irak'ta,Afganistan'da kaç müslümanı masum ve ya değil (kime göre,neye göre?)öldürdüler. Hani masum insanları öldürmek insanlık suçu ya, acaba diyorum ki islam ülkelerinde durum budur mu demek istiyorlar? Zaten müslüman olarak potansiyel teröristiz,onların kıçlarını kapmak için bekliyoruz falan. Acınacak şeyler bunlar.

Ne bileyim,bugün aklıma geldi.Oturup bunları düşünen tek manyak ben miyim acaba?

23 Ekim 2011 Pazar

gündem 2

99 depremini izmit'te yaşamış biri olarak van depremi hakkında üç beş laf sıkacağım. Bu konuda hakkım olduğunu düşünüyorum.

99 depreminin kafir olduğumuz neticesi ile bu bölgelerde yaşandığını söyleyen bazı andavallar bu sefer de terör olaylarına bağdaştırıp ilahi adalet kavramından dem vuruyorlar. Mantık yoksunu, insan suretindeki bir takım kesimin depremle beraber; "yüreklerine su serpilmiş, ilahi adalet buymuş,intikamlarını deprem almış" ya da başka bir kesimse " kürdistan'daki deprem Türkleri mutlu etti, kürdün kürtten başka dostu yoktur" gibi laflarla ortalığı karıştırmaya devam ediyorlar.

Deprem dediğimiz şey o kadar lanet, o kadar ürkütücü ve o kadar zalimce bir şey ki, bunu anlatmamın imkanı yok size. Ne yapacağınızı bilmeyerek,aciz bir şekilde bekleyerek olacakları seyretmekten başka çareniz yok,kalmıyor.Siz hiç binaların içinden gelen sesleri duydunuz mu, insanların çaresizce birbirine baktığını ama cevap bulamadıklarını gördünüz mü, binaların başında altında kalan yakınlarını bir umut bekleyen insanları gördünüz mü, enkazdan çıkıp yaşadığına sevinemeyen bir kişi gördünüz mü,çadırda yaşamak zorunda kaldınız mı, temizlik için suyu geç içmek için suyunuzun olmadığı dönemler oldu mu, depreme kadar birbirine düşman olan kişilerin birbirlerine sarılarak ağladığına şahit oldunuz mu? Ben hepsini gördüm. Öyle sıcak evinde şortunla oturup,elinde kadehinle içkini yudumlarken beylik lafları etmek çok kolay. Bu acıyı yaşa, ondan sonra gel konuşalım iyi mi olmuş kötü mü. Bu lafım, bu durumu kullanan tüm insancıklara gelsin.

Herkes ilahi adaletten bahsediyor. Soruyorum o halde kendine müslümanlar, sizin kitabınızda başkasının kötü durumuna sevinmek var mı, beddua dönüp dolaşıp sahibine gelmiyor mu, kötü durumdaki insanlara yardım etmek yok mu, hoş görü yok mu?? Sizin allahınız var mı lan?

Deprem sadece sallantı ve bina yıkıntısından oluşmuyor. Bunun bir süreci var hem de acı olan bir süreci. Ve bu süreç belli ki birilerinin ekmeğine yağ sürecek. Kürtçülere sesleniyorum, hadi vekilleriniz yapsın bir anonsta pkk; kumanya,çadır,kışlık kıyafet yardımı yapsın. Hani kürdün kürtten başka dostu yok ya. Ayrıca belediye başkanı zamanında Apo'nun posterini elinde taşıyarak yürüyüşlere katılırdı. Hadi çıksınlar meydana,kurtarsınlar.

Bu kötü durumu yararımıza çevirebiliriz. O kürtçülere yaptığımız yardımlarla cevabımızı verebiliriz. Türkiye burda,sizin yanınızda,tek yürek tek bileğiz diyebiliriz. Bu kadar kalbiniz kararmış olamaz. Yarın öbürgün bu depremin kurbanları siz de olabilirsiniz.O zaman ordaki kesimi net anlarsınız. Gönderdiğiniz bir şişe suyun anlamını daha iyi kavrarsınız.

İçinizde insanlığı yeniden yeşertin, kimse bu kadar fesat,vurdumduymaz olamaz.

22 Ekim 2011 Cumartesi

Bu ne biçim


Bu ne biçim Postacı
Üç defa çalıyor kapıyı
Bu ne biçim kel
Hem merhemi var
Hem sürmüyor başına
Bu ne biçim biçimler
İstediğiniz kadar çoğaltılabilir
Memleket çok müsait buna
Örneğin yeni bir komşu taşındı karşıya
Bir baktım Fahriye Abla!
Kırk yıllık bir rötar yapmış
Erzincan Treni
Ben gelmişim şu yaşıma
O ise şiirdeki yaşından gün almamış daha
Benimki ne biçim hayat
Uymuyor ne gördüklerime
ne duyduklarıma
ne okuduklarıma
Ben ne biçim benim
Ne kendime benziyorum
Ne başkalarına

Murathan Mungan

21 Ekim 2011 Cuma

ısrarla izleyin!



videoda 18 yaş sınırı var. ayarlar izlersiniz artık. 17 ağustos 2011'de 11 askerin şehit düştüğü çukurca çatışmasına ait görüntüler. izleyince görürsünüz zaten,çatışma falan yok. keklik gibi avlanmışlar.hani her karakol baskınından sonra basında açıklamalar oluyor ya, 50 kişi geldi,100 kişi,200 kişi. ama bunlar 2 kişi ya da 3 kişi,asla 5'i bulmaz.

asker konvoyu gidiyor ve mayın patlatıyorlar. askerler arabadan çıkıp yanlış yere sipere yatıyorlar. sırtları teröristlere dönük ve kabak gibi meydandalar. adamlar bildiğin eğlenmişler. yavaş yavaş öldürmüşler. askerlerin teker teker vurulduğunu görebilirsiniz. sonlarına doğru askerler saklanmaya çalışırken 2 askerin arasında mayın patladığını ve askerin nasıl havalandığını görebilirsiniz. helikopter geliyor,adamlar tınmıyor.

2-3 ay tırt bir eğitim almış çocuğu asker diye koy oraya,ondan sonra vatan sağ olsun. ibneliktir bu. TSK'nın, devletin nasıl acınacak halde nasıl rezil halde olduğunu görün. şehitler çıkınca herkes sosyal medya denen bokta vatanı kurtardı zaten. yazdılar,çizdiler,küfür ettiler. eee sonra? bak durum bu,aslan gibi çarpışamıyor bizim askerimiz,gafil avlanıyor,ona buna oyuncak oluyor. bir şey yapmalı ama ne?

19 Ekim 2011 Çarşamba

Gündem

Sabah uyanıp bilgisayarı açtığımda gördüm ki Çukurca'da 24 Türk askeri şehit olmuş. 24 ailenin bir parçası kopup toprak altına gitmiş. Ne uğruna? Kimse demesin ki vatan uğruna, komik olur. Birilerini stratejileri uğruna bok yoluna gitti hepsi.Önceden olsa teröristler için " vay orospu çocukları" derdim. Artık bu küfürlerimin muhatabı devletin,askerin,emniyet mensuplarının üst mevkileri.

Anlamadığım nokta şu; Kandil Dağı'nın PKK için ne demek olduğunu biliyoruz.Karayılan'ın nerede olduğunu biliyoruz. 20 küsür yaşındaki gazeteci bu dağa gidip röportaj yapabiliyorsa, çeşitli,boy boy gazeteciler gidip röportaj yapabiliyorsa, Türk istihbaratı nerede tıkanıyor?? Bölgelerdeki karakollar bbg eve gibi PKK tarafından izlenebiliyorsa, hiç bir korkuları olmadan ellerini kollarını sallayarak şehir merkezlerinde gezebiliyorlarsa ve hiç bir güvenlik kuvveti buna bir şey yapamıyorsa üstelik köşe bucak kaçıyorsa sorun var demektir. Kendi toprağında sığıntısın demektir. Yani PKK,o bölgenin onların olduğunu kabul ettirmiş demektir. Ben bunu anlıyorum bu durumdan. Bu durumdan kimlerin ne gibi faydası var? Var demek ki mümkün olan en az müdahale yapılıyor.

PKK o bölgelerde kendini nasıl ilahlaştırmışsa bölge halkı da sinmiş durumda. Devletin halk evlerini PKK kendi eğitim yuvası olarak kullanabiliyor. Halka, oy kullanmamaları için baskı yapıyor, tehdit ediyor. Sonra şehit haberleri çıkınca vurun kahpeye diyerek bu insanlara da eziyet ediyoruz.

Abdullah Öcalan'a bakalım,onu uluslararası çapta kimler destekliyor ve istihbarata bakalım. Öcalan'ın yakalandığı süreci hatırlarsınız. Türkiye'den Suriye'ye kaçtı ve Suriye kabul etti. Türkiye baskı yapınca Rusya'ya kaçtı. Bu devletler Marksist yapıya sahip. Öcalan'da marksist bir kafaya sahip olduğu için sığınması kolay oldu. Daha sonra İtalya'ya gitti. Biz ne yaptık İtalyan mallarını yaktık. İtalya'nın da çok götündeydi sanki! İtalyan hükümetide Öcalan'ı ülkesinden çıkarınca, şu sıralar ekonomik anlamda batmış ve kurulduğu tarihten itibaren PKK'ya destek veren Yunanistan, Öcalan'ı Kenya'ya kaçırdı. Kenya'da yakalandı ve üzerinde sahta Kıbrıs Rum kesimi pasaportu çıktı.Karısı, Kesire Öcalan. Bu kadının babasının MİT için çalıştığı ciddi anlamda iddia edildi. vs.

Ayrıca biri twitterda "osmanlı dirilsin ve PKK bitsin" gibisinden bir şeyler yazmış. Geçen hafta arşivden çıkarılmış 1930 tarihli bir takım belgeler gördüm. Ve o belgelerde , Batman,Hakkari, Tunceli,Şırnak (gibi yerler, genel anlamda doğu) bölgelerinde asilerin ayaklandığını ve bilmem kaç kişinin "telef" olduğunu belirtiyor. Hatta bir örgüt ismi de vardı ama hatırlamıyorum. Yani demem o ki; terör olayları 30 yıllık geçmişe sahip değil, çok daha eski. Sadece ismi değişmiş. Gerisi hep aynı. Bu durum birilerinin işine geldiği için, birileri bundan maddi ya da manevi ya da her ikisi de çıkar sağladığı için bitmedi,bitmiyor,bitmeyecek.

Abdullah Öcalan ev hapsine de çıksa, meclise de katılsa, özerklik de ilan edilse bu iş bitmeyecek. Kendi yazdığı manifestosunda 4 kuraldan bahseder. 1. silahlanma 2. Özerklik ilan etme. 3. Türkiye toprakları içerisinde Kürdistan devletini kurma 4.Türkiye,Suriye,Irak,İran (Eksik ya da fazla ülkeler olabilir,tam hatırlamıyorum.) topraklarının içerisinde Büyük Kürdistan Devletini kurma. Yani bu savaşın bittiğini bizim görmemiz zor gibi.

16 Ekim 2011 Pazar

nefret bile etmediğim biri!

Benim üniversite zamanım baya yoğum geçti.ilk 3 yıl kulüp,dernek ayaklarında,son 2 yılda da çalışma ayaklarında geçirdim. 3. sınıftayken okulda çalıştım. Biraz da mecburiyet vardı ama iyi zaman da geçirdim. Çalıştığım bölüm, öğrenci kulüp koordinatörlüğü ve kariyer destek merkeziydi. Çalıştığım kişiler hakkında bir takım veriler sunacağım size. Bir iş yaptırmak için mecazende olsa kimlerin götünün ne şekilde öpüldüğünü tasvir etmeye çalışacağım.

O zamanlar aileden bağımsız paraya ihtiyacım vardı ve bir arkadaşımın haber vermesi neticesiyle bu işi buldum. Meğersem öğrencilere iş veriliyormuş,bilmiyordum. Aylık 100 TL ve yemek kartına başladım bu işe.O dönem moralim çok bozuktu ve içime kapanmaya başladım.Az konuşurdum, çok dinler gibi gözükürdüm,kimseye bulaşmazdım,sessiz sakin işime bakardım. 7 ay kadar çalıştım orda ve baya kişiyle tanıştım. Hatta şu an çoğu arkadaşlığımı oraya borçluyum gibi bir şey.

Neyse efendim işte, benim bu halim ilk önce insanları rahatsız etti.Daha sonra da ezik görmeye başladılar ki hiç götüme sallamadım.Yanımda çalıştığım kişinin asistanıydım. Bir önceki asistanı erasmusla yurt dışına gittiği için beni yanına aldı. Ama hep onunla kıyasladı. İşte o olsaymış bu şekilde yaparmış,o olsaymış daha seri ve düzenli olurmuş,o olsaymış daha çok eğlenirmiş falan filan. Hiç bir zaman kimseye yağ çekmedim ben. Yani " aaay bugün nasıl da güzelsiniz,saçlarını çok alımlı olmuş,şöyle şahanesiniz,böyle muntazamsınız!" demedim. Gerçekte güzel geliyorsa bana güzelliğini söylerim, güzel gelmiyorsa hiç yorum yapmam. Ve evet, kendinizi bir yere yamamak istiyorsanız "ufak yalanlar" söylemeniz gerekiyor.

Bu tarz çalışma yerlerinde,sessiz bir kişiliğiniz varsa hep birilerinin basamağı olursunuz ve ezilirsiniz. "Kullanılırsınız". Yapılan şeyler hep göstermeliktir,yalan dolandır,dostlar alışverişte görsün hesabıdır. Bir gazeteden,sabah mı milliyet mi ne, sosyal sorumluluk projeleri hakkında röportaj teklifi geldi ve soruları mail olarak attılar bu kadına. Kusura bakmasın ama sosyal sorumluluktan zerre anlamıyor. Bana verdi bu soruları,hepsini tek tek ben araştırdım,ben cevapladım.Ama gazeteye röportajı çıkan bu hanımdı.Ve ondan bundan övgü alan yine bu hanımdı.

Kariyer destek merkezinin canlanması için proje yazmam istendi. Oturdum yazdım. Ama bir türlü onaylanmadı, hep rektöre daha soramadım edemedim diye oyaladı beni. Sonra öğrendim ve gördüm ki projeyi yapmaları için daimi yavşakları ve şakşakçılarına vermiş. Normalde okulda yapılan her şeyin izin kağıtları ve afişleri benim elimden geçerdi. Tesadüfe bakın ki bu projenin hiç bir şeyi benim elimden geçmedi.Sorduğum zamansa o tiz ve bet sesiyle "bu proje bireye ait olamaz,artık okulun projesi deryaa!" dedi. Bu projeyle ben kendime iş bulacaktım. Ve bu projeyi verdiği kız şu an bir şirket de çalışıyor.Ayrıyeten proje bir internet sitesinde ödül aldı.Neyse, biraz zaman sonra bir araya geldik ve ben biraz sert çıkınca, " neyse çocuklar,arkadaşınızı da aranıza alın." gibisinden kendisine yakışacak saçma sapan bir laf etti ve ben o gün işten ayrıldım.

Her üniversitede olduğu gibi bizimkinde de kariyer günleri zımbırtısı vardı. Bunu da benim çalıştığım bölüm düzenliyor. Diğer asistanına fordda staj ayarladı ve "zaten sen istemezdin değil mi?" diyerek benim adıma karar verip beni sallamadı. Ben de tüpraş'ta staj yapıp ve bunu ona söylediğimde göt olmuştu.

Nedense benden hiç hoşlanmazdı. Aynı odada yurtlarla ilgilenen bir bayan vardı ve çok şeker bir kadındı. Durumumu izah edince,rektör yardımcısı ile konuşup bana yurt bursu verdirmişti. Bunu öğrenen diğer kadın hemen suratını astı, diğer asistanı için çok uğraştığını ve alamadıklarını,nasıl oluyor da benim alabildiğimi baya bir kurcalamıştı. Hatta becerebilse bana köstek olacaktı.

Bu kadın kendini elit,nadide ,modern bir insan olarak görüyor. Pahalı kıyafetler giyip,suratına boya sürünce,sergilere falan gittiğini bağıra bağıra söyleyince medeniyet kavramının içinde yer almış olmuyorsun canım. Ordan burdan bulduğun fişlerle okul yönetiminden para tırtıkladığını biliyorum. Hayatımın hiç bir evresinde senin gibi olmak istemem. Rektöre, rektör yardımcısına yaptığın yavşaklıklar,bir şekilde somut gelirler elde edebileceğin öğrencilere yaptığın yapmacık sevgi gösterişlerin çok itici.Başkasının sırtından geçinmek,senin olmayana göz koymak hiç hoş bir davranış olmasa gerek.

Çoğu kişi benim saf olduğumu söylüyor ama asla değilim. Kimin ne demek istediğini,ne yapmak istediğini gayet iyi anlıyorum ama saçma sapan nedenler yüzünden gerginlik yaşamayalım istiyorum. Yani ne kimse çok akıllı ne de ben salağım.Bu kadında kendini çok kıvrak zekalı olarak tanımlıyor. Allah'a havale ediyorum.Elbet bir gün karşılaşırız diyorum.

11 Ekim 2011 Salı

öğretmen atamaları

memleket meselesi olarak görülen öğretmen atamaları hakkında söylemek istediklerim var. eminim yine birilerine ters gelip beni facebook,ak bok listelerinden silerler ki umrumda değil. birinin canına tak etmiş bu atamalar ve demiş ki; " Kimse bir eğitim fakültesine laf olsun diye veya “bilim” olsun diye girmez. Hiçbir eğitim fakültesi öğrencisi “hele bir bitireyim de sonra ne iş olursa yaparız” mantığı taşımaz. Bir eğitim fakültesini seçmek ne işletme okumaya benzer ne de arkeoloji! Doğrudan bir meslek seçimidir eğitim fakültesine gitmek. O yüzden devletsen eğitim fakülteleri açıyor ve çocukları oralarda okutuyorsan, onlara öğretmenlik yaptırmanın da yolunu bulacaksın!"

eğri oturalım doğru konuşalım.kim üniversite sınavına girip "ben sınıf öğretmeni olacağım ya da fizik okuyup,öğreteceğim." diyor. cevap veriyorum; kimse! evet, oraya girenlerin çoğu yine maalesef ki puanı yettiği için mecburen okuyor. yoksa herkes doktor, mühendis,eczacı olmak istiyor. tamam kabul, işsizlik kötü bir şey ki ben de işsizim,gayet iyi anlayabiliyorum sizi. ama ben yapamayacağım bir işin görüşmesine bile gitmeyi kabul etmiyorum. şimdi her programda her sosyal paylaşım sitelerinde bilmem kaç bin öğretmene destek olun gibisinden bir şeyler söyleniyor. çok umutla bakmıyorum, belirteyim bunu öncelikle. ben olsam sistemin değişmesi için baskı yapardım,platform kurardım.

şöyle ki, herkes öğretmen olmasın kardeşim. nice geri zekalılar çocukların,gençlerin ağzına sıçıyorlar sırf kendi hayatları kurtulsun diye. kpss ile öğretmen ataması olmasın. ayrıca eğitim fakültelerinde ergen iletişimi, çocuk iletişimi, psikolojisi akı boku püsürü dersleri verilsin. veriliyordur belki ama daha bir verilsin. öğretmenlere bakınca olmamış diyorum çünkü. öğretmen adayları kendi branşları ve psikoloji üzerine sınavlara, mulakatlara tabi tutulsun. öyle her ay "belli bir kuruma yardım amaçlı para ödemesi" yaparak bir yerlere atanmasın ve atanma ihtimali de olmasın. misal, rehber öğretmenler- en azından benim gördüklerim- bir boka yaramıyor. intihara meyilli öğrenciye sadece götü yanmış gibi bağırıyor. yanlış!

öğretmen arkadaşlarım,asla sizi burada eleştirmiyorum. sistem bozuk ve biz de bu sistemin bir parçasıyız ne yazık ki. ama bencil olmayalım, başka insanların vebaline de girmeyelim. öğretmenlik yapmak herkesin harcı değil, kutsal bir görev. tüm öğretmen adaylarının atanmasını, işsiz kalmamalarını isterim. lakin gerçekten öğretmenlik vasıfları varsa.

oray eğinle ömür gedik gazeteci olmasın mesela.bu da ayrı bir konum.

1 Ekim 2011 Cumartesi

"biliyorum ki öfke geçiyor. bambaşka hallere bürünüyor duygular.
bir zamanlar uğruna ölürüm sandığım kişiler, olaylar, önemler; başka bir şeye dönüşüyor.
unutmak üzerine kurulu insan sistemi.
biraz susabilmeyi öğrenmek gerektiğini anladım.
kelimeler çok keskin, çok acıtıcıdır ve kan döker.
bense beni şaşırtacak kadar dövüşçü olup, ortalığı kan gölüne çevirebilirim.
ucundan kıyısından ağzımdan çıkanların tesirini gördüğümden bu yana, bunu pek tercih etmiyorum.
susulmuş, söylenmemiş çok şeyim var.
oysa ne çok anlatıyor gibiyim..
her zaman frene bastım. giderek daha çok basıyorum ve daha çok yoruluyorum.
ve arkamda yaralı bırakmak istemiyorum.
çünkü biliyorum; yaralı insan tehlikelidir."

bilmiyorum kim demiş.

30 Eylül 2011 Cuma

çok sosyal sorumluluklusun!

Efendim öncelikle bu yılın grip hayvanı neyse artık ondanım. Hasta olunca çekilmez bir insan oluyorum. Çemkirecek bir şeyler arıyorum. Ve kendi ayağıyla geldi sağolsun canım benim.

Facebook arkadaşlarımdan olan sosyenin yandan yemişi bir hanım kızımız sosyal sorumluluk örneği sergilemiş. O "ne düşünüyorsun?"kısmına, "Bir cocugun hayalidir belki yeni bir ayakkabi ya da bir kalem kutusu. Gozlerindeki sevinci gormeye degmez mi ufacik bir destekle ? Agri Kumlugecit Koyu Genç Demokratlar dernegi ilkogretim okulu tamamlandı, çocuklarimiza yardim etmek isteyenler bana ulasabilirler.

İhtiyaç listesi: kitap, kalem, defter, kıyafet ve oyuncak."
bunları yazmış. Evet, bu tarz hareketler gerçekten çok hoş.

Ama bu hanım kızımızın profiline şöööööyle bir baktığımızda kocaman bir jeepin ( böyle mi yazılıyor olum bu ?) içinde elinde şarap kadehiyle,götü başı açma modasıa uymuş gece alemleri fotoğraflarını görüyoruz hep beraber. Bunu yazmamın amacıysa şu; bu kişinin bir gece dışarı çıkıp sosyetik mekanlarda eğlenceye verdiği para miktarıyla bu okulun kitap,derfter ihtiyaçlarını çok rahat bir şekilde karşılayabilir. Kişilik olarak da bu kişiyi az da olsa tanıdığımı düşünerekten bu hareketlerin reklam ve gösteriş koktuğunu görüyorum.

Hani böyle sosyetik,zengin ev hanımları konken partisinden sonra Nişantaşı'da bir cafeye oturarak ülkedeki açlığı bitiriyorlar ya,haa işte öyle bir durum. Bir de genç demokratlar diye bir derneğin yönetim bilmem nesiymiş. Sorsan demokratlık ne diye,cevap veremez. Ne modaysa ordayız hesaaaabı.

27 Eylül 2011 Salı

az bile yapmışlar!

Adana'da bir hastanenin acil servisinde hasta yakınları acil servis doktorunu darp etmiş. Yani ağzını burnunu dağıtmış.Tabipler odası da bu olaya tepki olarak hastane önünde eylem yapmışlar. Bu sırada geçen aylarda yine aynı doktorun nöbetinde ölen bir hastanın yakını fotoğrafla gelerek "oh olsun,az bile yapmışlar" diyerek kendi eylemini yapmış. Ve yazıktır adamı yaka paça dışarı atmışlar.

O tabipler odasının açıklama yapan kişisinin o kadar sinir,itici bir tipi ve konuşması var ki, orda ben olsam onun da kafasını yarardım. Ne yazık ki devletin her kurumu gibi hastane çalışanları da - doktorundan hasta bakıcısına- burunlarından kıl aldırmıyor yavşaklar. Neymiş tıp okumuş, neymiş 6 yıl okul okumuş,neymiş doktormuş.

Devlet hastanelerinden köpekten farklı muamele görmüyorsunuz. Her ne kadar mesai saatleri belirtilmiş olsada çalışanlar istedikleri saatlerde gelip gidiyorlar. O kayıt masasında duran tipler zaten allahlık. Acil servisler hele, anasının gözü. En son acil servise iğne yaptırmak için gitmiştim ve tam 3 saat doktorun keyfinin gelmesini bekledim. Hadi ben neyse,sadece iğneydi ki onu bile güvenerek yaptıramıyorum artık. -Yanlış yere yapıp sakat bırakma gibi özellikleri de var. Bunda bile haklarında soruşturma açılmıyor,başka canlar yakmaya devam ediyorlar.- Çok daha ağır hastalar vardı. Sedyeye yatırmışlar bekliyor adam orda. Belki önemli bir şeyi var,erken müdahele edilse ya yaşayacak ya da sakat kalmayacak. - bir de tvlere çıkıp erken müdahele hayat kurtarır derler.Halktan ziyade doktor ve hemşirelerine anlat sen onu.- Millet orda doktor beklerken,doktorun yaptığıda çay içmekti. Vatandaş burda hakkını aradığı zaman haksız düşüyor. Evet, ben de o adama katılıyorum. Az bile yapmışlar. Keşke sakat kalsaymış!

Bir de özel hastanenin birinde yeni doğan bebeklere makyaj yapma olayı vardı.Bebekler mikroptan ölmüştü. Ben olsam o annelerin birinin yerinde, hemşireleri kimse elimden alamazdı.

Hükümet tam günü yasası çıkardı.Doktorlar ayaklandı. Neden? Özel muayenehanelerinde para kazanamayacaklar çünkü. Doktor sayısı az dendi. Yurt dışından doktor getirteleceği belirtildi. Şimdi de buna küsüyorlar. Neden? Artık hastalar doktor kaprisi çekmeyecekler. Bakmıyorsan siktir git,burda ithal doktor var diyebilecekler. Çok da güzel oldu. Balon gibi şişmiş götleri belki hava kaçırır artık.

Doktor başına çok hasta düşüyor diye bir bok var. Olmasaydın arkadaşım o zaman doktor. Yap bakalım hesabını, ülkede kaç kişi doktor kurbanı? Yine eğitim sistemimize sokuşturuyorum. Çok para kazanıyorlar diye millet doktor olmak istiyor, yoksa hastalarla uğraşmak gibi bir dertleri olduğundan değil. Hemşirelik okuyanlar ise genel de yine puanı ona yeyenler ya da garanti meslek olduğu için. İnsanın yaşaması için paraya ihtiyacı var, evet.Ama biraz da onura ihtiyacı var.

Tüm doktorlar da kötüdür demiyorum. Ama herkez de sütten çıkma ak kaşık değil. Bunu bilelim.

24 Eylül 2011 Cumartesi

— Neden bu kadar kötümsersin?
— Sen neden değilsin? Çevrene bakmıyor musun? En mutlu görünenlerine bile? Bütün bunlar üç oda, bir mutfak, iki çocuk düşü ile başlıyor. Sonra? Haydi bayanlar, baylar! Bu fırsatı kaçırmayın. Siz de girin, siz de görün. Üç perdelik dram. Birinci kısım: Dağlar dümdüz. İkinci kısım: Ne çok tepe! Üçüncü kısım: Ova batak. Bugünlük bu kadar baylar. İyi geceler. Yarın gene bekleriz.

Aylak Adam / Yusuf Atılgan

23 Eylül 2011 Cuma

taze gündem

i love ahmedinecad. bm genel kurulunda yapmış olduğu konuşmayla içim içime sığmadı ne yalan söyleyeyim. ve bir komplo teorimin sadece benim tarafımdan düşünülmediğini öğrenmiş olmak biraz olsun beni mutlu etti.

kendisinin mühendis olduğunu ve ikiz kulelerin uçak çarpmasıyla yıkılayamayacağını, patlayıcı düzenekleriyle çökertildiğini söyledi. ve bunu afganistan'a saldırmak için bir neden olarak kullanıldığını söyledi. 11 eylül olaylarını şüpheli durum olarak belirtip, abd'nin terörle savaş politikalarını meşrulaştırmak için kullandığını belirtti.

ben de diyordum ki; 11 eylül olayları abd'nin kendi organizasyonudur, kendi insanını kendi öldürmüştür. petrol zengini ama karışık müslüman ülkelere savaş açarak hem bunu meşrulaştırdı hem de petrol elde etme yolunda hızla ilerledi. yani bu ki daha önce de dediğim ortadoğu planına başlamış oldu. mısır, libya,afganistan, iran gibi. müslümanları potansiyel terörist ilan etti pezevenkler. ayrıca, bu bir söylentiydi en son, 11 eylül'de ikiz kulelerde çalışan 3000 küsür yahudi çalışanın aynı gün işe gitmemeleri tesadüf mü sorusunu sordurtmuştu birilerine.

bin ladin'i öldürüp denize attıklarını iddia ettiler. ki en başından beri bin ladin amerika'nın adamı mı diye sorular vardı akıllarda. öldürüp denize attık demek,3 yaşındaki çocuğu kandırmakla eş değer değil midir gönül dostlarım?

ayrıca ahmedinecad, batılı ülkeleri askeri müdahalelerle diğer ülkeleri güçsüz ve bağımlı oldurmakla suçladı. sömürgecilikle suçladı. ve buna alınan 30 kadar diplomat salonu terk etti. işte bu kan emicilerin arasında; abd,fransa,ingiltere,israil gibi devlet başkanları vardı.

ahmedineacad'a gerek kendi kouşmalarında gerekse yazılı olarak cevap vermişler. tahran'ın iran halkına baskı uyguladığını,ülkede bağımsız ve özgür(!) medya organlarının varlığına izin verilmediği gibi suçlamalarda bulundular.

amerika'nın iran'a yaptığı baskıların işe yaradığını düşünmesi de gerçekçi değildir ve yanıltıcıdır. On beş yıldır süren kapsamlı amerikan yaptırımları iran ekonomisine kuşkusuz zararlar vermiştir. ancak, bu baskılar iran’ı izlediği siyasetten geri döndüremedi. tam karşıtı, iran gitgide daha da güçlendi. hem yaptırımlar hedefine ulaşmadı, hem de abd gerçek-dışı isteklerini yalnız ileri sürmekle kaldı. abd'nin iran üstünde sertlik, baskı ve ekonomik yaptırım uygulaması bugüne dek kendi istediği sonuçları bile vermedi. büyük orta doğu'ya sikindirik demokrasilerini getirme projeleri burda işe yaramadı.

bazen ahmedinecad'ı sevdiğimi söylediğimde, bazı aklı evveller "siktir git iran'a" diyorlar. o beğenmediğiniz iran türkiye'den bazı konularda çok daha üstün. belki din kökenli yönetimleri var ama yakın zamanda bizde de olmayacak mı? asdfghj(burada sesli güldüm)

21 Eylül 2011 Çarşamba

yeni düzenleme çıktı diyooola.

Ağır küfür içerebilir!

Geçen gün sabah haberlerinde bir şey duydum ve oha,çüş,yok ebesinin amı dedim. Özetle şudur durum; İktisat, işletme,bankacılık ve buna benzer bölümler öğretmen atamasında bulunabileceklermiş. Aklımda kaldığınca, işletme,iktisat,kamu yönetimi bölümleri sınıf öğretmeni,bankacılık türkçe öğretmeni, iki yıllık bölümler okul öncesi öğretmeni olabiliyor artık.Ders saati ücreti 7,5 lira.

İki açıdan fikirlerimi sunacağım. Şu an iktisat ,işletme ya da onun gibi bölümlere öğrenciler gerçekten o bölümün eğitimini alıp geleceklerini o bölümde şekillendirmek istedikleri için yazmıyorlar. Mecburiyetten yazıyorlar. Puanı düşüktür ya da anadoluya gitmek istemiyorlar gibi gibi bir sürü neden. Misal ben, Yeditepe Üniversitesi'nde ingilizce işletme okudum hem de burslu. Lisede fen bölümleri okudum.Her Türk evladı gibi ailem tıp okumamı istedi. Ama o puanı alamadım ve mühendis kafası bende bulunmadığı için ailem ekonomi,işletme gibi bölümleri YAZDI. Ben de mecbur okudum, bitirdim. Ve iş yapacaksam bu alanda yaparım mantalitesi ile bekliyorum. Bu öğretmen olma durumu o kadar eğitimini aldığımız alan dışında olduğu için kimileri sevinse de içten içe üzer. Çünkü o kadar okul oku,alakasız bir iş yap. Kusura bakmayın ama olmadı.

Diğer açı ise, bu işin eğitimini almış o kadar insan bir yerlere atanamazken,hakkı olanı alamazken bir de bu alakasız bölümlerin öğretmen olma ihtimali ile rakiplerini arttırdı.Bilmem kaç bin tane öğretmen atanmayı bekliyor, hatta bu atanma olayında bir sürü çirkeflik döndü. İnsanların canına tak etmiş artık. Bir tanıdığım var mesela,kaç yıldır o kıçı kırık sınava giriyor ve yeter artık yeter diyor. Amına kodular ortalığın.

Ayrıyeten, herkes öğretmen olamaz, olmamalı. Son yılların furyası olan psikilojiye kafası basmayanlara ben çoluğumu çocuğumu emanet edemem. Öğretmenlik üzerine eğitim almış olsalar bile, artık mülakat mı yaparlar, psikolojik test mi yaparlar ne yaparlar bilemem elemek lazım. İlk okuldaki öğretmenlerimden biri marangozda sopa yaptırım, harbici bir şekilde ağzımızı burnumuzu dağıtırdı. Kardeşimin okulunda hocalarından biri,soruyu yanlış yaptığı nedeniyle bir öğrencisine tekme attı. Benim çocuğuma atsa götünden kan alırdım o hocanın. Ya da öğrencisi, bir kere anlatmada anlamıyor ve müfettiş geldiğinde öğretmen hakkında tutanak tutmasın diye,çocuğun ailesine kağıt imzalatmaya çalışıp sorumluluktan kaçmaya çalışıyorlar. Herkes öğretmen olmamalı. Kim bilir kaç kişi öğretmen kurbanıdır.

Defalarca söyledim. Eğitim sistemimiz bok gibi hatta bok bile ondan düzenlidir. Özel okullara,dersanelere, özel öğretmenlere pirim sağlamaktan başka bir şeye yaramıyor. Okulda öğrendiği bilgilerle sınavı kazanamayacak nesilleriz bizler. O zaman okullar kapansın dersanelere gitsin çocuklar. Gerçi velilerde de iş yok,haklarını arayamazlar, ne revaçtaysa onu yaparlar. Kafamızın içi de bok gibi.

Bir de neden sadece bankacılık bölümü Türkçe öğretmenliği yapabiliyor onu anlamadım. Edebiyat ya da dil bilgisi dersleri falan da mı alıyorlar onlar?( burda kendi bölümümü aşağılanmış hissettim.) Hani öğretmenlerin yaz tatillerini kaldırmışlar ya, çok sevindim, çok da güzel olmuş. Bari yaz döneminde çocuk ve ergen psikolojisi üzerine bir şeyler öğrenmeye çabalarlar. Ufak olsada yararı dokunur belki. İlk okul öğretmenlerinden nefret ediyorum hatta tiksiniyorum.