31 Ocak 2011 Pazartesi

şoförsün dediler vermediler!



Gerilim müziği eşliğinde okuyalım lütfen!
Boğaziçi Üniversitesi, ÖSYM aracılığıyla verdiği ilanda KPSS puanıyla üniversite mezunu kamyon ve otobüs şoförü alıyor.Lisans alanın önemli değil.Ayrıca kamyon şoförlüğü için üniversite mezununun kadın ya da erkek olma şartı aranmıyormuş.

Vallahi ehliyet alırken aklıma geldiydi.E sınıfı olsun,otobüs kullanabilirim belki belli mi olur diye. Hatta iş makinası ehliyeti alayım istedim,kolumda altın bilezik bulunsun.Ya da motor ehliyeti,pizzacıda çalışır,kuryecilik falan yapardım.Hayat şartları bak,belli mi oluyor?

Haberlerde duydum. Şoförlere fikirleri soruyorlar.Adamlar isyan ediyor,"onlar yapamaz,kalem tutmuş insan anlamaz bu işten,çekiç tutmuş mu hayatında?". Artık kamyoncu muhabbetleri de değişir.Direksiyon basinda kah varoluşçuluğun kökenlerine inen, kah n kadar yerleşim merkezi arasindaki en kısa güzergahın optimizasyonunu yapan, kah reel faizler ile asgari ücret arasındaki hiperbolik bağıntıyı gözünde canlandıran, kah yük boşaltımı için aerodinamik mekanizmaların fikri temellerini atan, teybinden verdi'yi, dvorak'i eksik etmeyen şoförler geliyor zaar. Gerçi günümüzde üniversite mezunu olmak bir bokmuş gibi yazdım ama neyse.

Yazık,şu hale bak.Halbuki ne kadar saf,idealistik düşüncelerle girmiştik üniversiteye,okuyup bir halt olacaktık.Hatta öyle değil mi,anne babamız bizi okula "okuyun da bizim gibi olmayın"diye göndermediler mi?Benim babam; "biz memur olduk,sömürüldük,şu zıkkımı bitirinde iyi yerlerde yaşayın." demişti. Evet,önümüz çok açık,diplomalı kamyon şoförü olabiliyoruz.Yanlış anlamayın sakın,asla küçümseme yok hatta birçok kişiden çok daha fazla saygı duyuyorum.Ama sonu bu olmamalıydı kardeş be.Kimisi yorum yapmış."evet,bu olmalıydı,bu sayede trafik kazaları en aza indirgenecek,trafik kurallarına uyum sağlanacaktır." tarzında.Ben de diyorum ki; kardeeeeş sen çok yanlış gelmişsin.

Olurda kamyon şoförü olursam ki potansiyelim var,yazdırıcam kamyonumun arkasına;" kıroyum ama diploma bende!!"Tipimde fotoğraftaki gibi olur.

28 Ocak 2011 Cuma

sen deniz ben derya


....i don't know who you are. or whether you're a man or a woman. i may never see you or cry with you or get drunk with you. but i love you. i hope that you escape this place. i hope that the world turns and that things get better, and that one day people have roses again. i wish i could kiss you.Sanırım bu sözler V for Vandetta'da geçiyordu.

İnsan tanımadığı birini sever mi diye düşündüm.Ne bileyim,bir Atatürk'ü,bir Hitler'i ya da bir artizi sevebiliriz.Ama bu sevmek değil bence,başka bir şey.Bir arkadaşım var,adı Deniz.. Bir kaç yıl önce bir seminerde tanıştık.Toplasan bir kaç saat anca görmüşüzdüe birbirimizi,belki o kadar bile değil.Ama enteresan bir bağ oldu aramızda.Genel olarak çevremdeki insanların,merak ettiğim hususlar hakkında beni eleştirirlerdi,sana mı kaldı bunları düşünmek derlerdi.Ben de sessiz,sakin,kendi çapımda uğraşırdım.Hatta zamanla köreldim.Fakat,arada insan konuşmak istiyor,o saçma gelen fikirlerini anlatmak gerekirse çarpıştırmak istiyor,yeni yollar aramak istiyor.Hani erkekler gerçi çok genel olacak biraraya gelince futboldan konuşur,golleri,oyuncuları tartışır.İşte ben böyle yapmak istedim.

Ve buldum hem de kendiliğinden.Çok tanımıyorum,ne yer ne içer,en sevdiği renk ne bilmiyorum.Ama çok çabaladığını biliyorum.Yaşadığımız düzeni kabul etmeyip, oluşturduğu doğrularla direndiğini biliyorum.Benim saçma uğraşlarımla uğraştığını biliyorum ve okuduğum ettiğim şeyleri "bak burda böylesi var"diye söylüyorum.Düşüncelerimi kendisi soruyor,cevaplıyor."Televizyonda şu konuda bahsediyor,izle "ya da " aklımdasın,iyi haberlerini bekliyorum"diye mesaj gönderiyor..Bana kilometrelerce uzakta,biliyorum ki ortam olsa başka şeyleride paylaşırdık.

Beni en vazgeçmiş halimden kurtardın ve şöyle özetleyeyim sana bu durumu;
"(…) Sabah banyo penceresinde küçük bir kuş buldum. Günlerden beri içerde kapalı kalmış ve dışarı çıkma gayretiyle cama çarpıp durmaktan bitap düşmüş olmalıydı. Belli belirsiz hareket ettirdiği kanatları dışında bir yaşam belirtisi göstermiyordu. Fark ettiğimde hemen giyindim; sabırsızlıktan titreyerek pencereye çıktım ve kuşu binbir dikkatle avuçlarıma aldım. Artık kendini savunmuyordu, neredeyse ölü gibiydi. Onu alıp, kendisine gelsin diye odamdaki pencerenin kenarına koydum yavaşça. Biraz sonra hafiften bir yaşam belirtisi gösterdi, ama kıpırdamadı. bunu görünce, onu solmuş çiçeklerin yanına bıraktım ki kursağından bir şeyler geçsin…. Tam o sırada pencerenin önüne konmuş bir alaycı kuş ötmeye başladı. Öyle umarsız, öyle şen şakrak ötüyordu ki, şakıması her yerden duyuluyordu. Kendimi tutamayıp yaralı ve bitap kuşa hitap ederek konuşmaya başladım: ‘Bak, küçük dostun nasıl da neşeyle ötüyor. Bence onun sesini işitmek seni kendine getirecektir.’ Yarı ölü bir kuşa attığım bu nutuk karşısında kendime güldüm ve dedim ki: ‘Bunların hepsi boş lâf!’ ama hayır. Yarım saat geçti geçmedi, küçük kuş yavaşça kendine geldi; önce sağa sola yalpalayarak birkaç adım attı, sonra kanatlarını yabaş yavaş çırpmaya başladı, sonra da uçtu gitti.” (Rosa Luxemburg, Sonia Liebknecht'e mektup, Mayıs 1917, Wronki Hapishanesi).

Ailem, gönlümde olan insanların olduklarını bilme hazzı elbette bir yana, bambaşka; ama böyle arkadaşlar,dostlar, onların olduğunu bilmek, müthiş bir güce, tarifsiz bir güvene sebep.. Böyle zamanlarda hep anlatamıyorum allah kahretmesin, ama çok seviyorum çok kıymetliler lan..

25 Ocak 2011 Salı

"The Last of the Mohicans" Rock Versión




yürümekle bitmez bu yollar koşman gerek.

23 Ocak 2011 Pazar

özlemedim.


Sen böyle acele acele kaçar gibi gittin ya, ben de seni özlemiceme yemin ettim. Ama dürüst olmak gerekirse, bazen özlüyorum. Hatta bazen değil, hep özlüyorum. trendeyken özlüyorum, arabadayken özlüyorum, okuldayken özlüyorum, evdeyken özlüyorum, yürüken özlüyorum, içerken özlüyorum, özlemek için birilerini sana benzetiyorum. Arada sana sarılıyomuş gibi yapıp başkasına da sarılıyorum hatta . Kızıcak mısın yine bana; 'bu ne lan çocuk musun sen, biraz büyü artık.' diye.

Bazen o karanlık çukura seni koyduğuma emin olamıyorum. Bak ben duygusal biri değilim pek bilirsin, kızıyorum sana. Bir kere daha görsem baya baya trip atıcam sana hem de. Hadi kaçtın gittin anladıkta, bari izlerini de alıp götürseydin.

Beni bir seferinde, 'senin de babandan farkın yok, sen de kalın kafalı adamın tekisin.' diye azarlamıştın ya. Değiştim. Artık açık görüşlü biri oldum ben.Çok değiştim. Görsen tanıyamazsın. Neyse boşver görmene gerek yok, bu sefer başka birşeyler bulucaksın konuşacak.Geliyorum arada, sana birsürü şey anlatıyorum; saatlerce oturuyorum, yine içmiyorum. Ne anlatıyosun diye de sorma, zaten duymuyosun diye anlatıyorum.

İçime kapanık olmamdan dem vururdun arada, 'bu kadar şeyi içine atarsan, patlarsın bir gün derdin.' Bende 'kimseyi, bunları birşey anlatabilecek kadar yakın hissetmiyorum.' derdim. Artık anlatıyorum. Sana anlatıyorum. Sen duymuyosun ya ondan anlatabiliyorum, yoksa zaten anlatamam. Geçenlerde yine birşeylerden bahsediyordum sana, bekçi gelmiş, arkadan konuştuklarımı duymuş. Ben hiç farketmedim. Çıkarken kabristandan, yakaladı beni. 'ölülerle konuşmak ne kadar rahat değil mi?' dedi. 'sen konuşuyosun, onlar dinliyorlar. Hiç ses çıkarmıyorlar. Sen ne istiyorsan onlar onu düşünüyorlar.' dedi. 'Hayır' dedim 'yanlışın var. oOlar bizi duymuyorlar.'

Bu arada hala yalnızım. Birgün çok ciddi bir ilişkim olursa ilk senle tanıştırcaktım ya. Getirmedim diye unuttum sanma. hala öyle biri yok. Ama olursa sözüm söz. ilk sana getiricem. Ama beğenmezsen, hemen söyliceksin. Anlaştık mı?

Bunları seni özlediğimden falan yazmıyorum. Uzun zamandır ziyaret edemedim seni, birikti içimdekiler, içimi boşaltıyorum. Hem orda da duymuyorsun, burda da ne farkediyor ki. Neyse duyup duymaman da umrumda değil. Özlemedim seni. Özlemicem de.Beni bırakıp gideni özlemicemi de sen öğrettin bana, unuttun mu?

18 Ocak 2011 Salı

Hayata Dönüş Operasyonu


19 Aralık 2000 tarihinde, f tipi cezaevlerine karşı 20 ekim'den beri sürmekte olan ölüm oruçlarını sona erdirmek amacıyla 20 cezaevine birden yapılan operasyona verilen ironik isim benim bloğumun bir başlığı oldu.Ama şimdi yazacaklarım bu olayla bir ilgisi yok.Hee gerçi bu operasyonda 2'si asker 31 kişi ölmüş.Nasıl bir dönüşmüş bu algılayamadım..

Yaklaşık 5-6 aydır bana verilen hatta ve hatta kendim tarafımdan verilen cezam hafifledi.Bu deli gönül isyan ediyor.F tipi dünyamdan çıkıp bir koğuşa yerleşmenin vakti geldi.Cezam henüz bitmedi ama bu da idare eder.

Hücremdeyken çok düşündüm,doluya koydum, boşa koydum.. Sinirlendiklerime uzun uzadıya selektör yaparak analarına bacılarına dümdüz gittim.Aynı şekilde bana sinirlenenlere kornaya basarak el kol hareketlerimle cevap verdim.Rahatladım..Ama artık bir anlamı kalmadığının farkına vardım.En güzel zamanlarım belki ve ben bunları boşa harcıyorum.Paranoyak gibi ki gibisi fazla bence,son birkaç gecedir uyuyana kadar bunları düşünüyorum.Bünyem artık yeter lan demiş olmalı, bu sabah çoook erken kalktım.Müzik eşliğinde kahvaltı hazırladım.Babam anlam veremedi."Evden mi kaçacaksın hayırdır?"falan dedi. İğrenç neşemi ona da bulaştırdım.Ve evden giderken çabalarımı anlamış olacak ki "umudunu yitirme."dedi babam.Gülümsedim,tamam dedim.

Herşeyimi düzenledim,dağıttıklarımı kuzu kuzu topladım.Güzel günler göreceğiz çocuklar dedim.Sanırım bu içimden gelen isyan birşeylerin habercisi.İnsan devamlı olarak bişeylerin arkasına saklanamıyor,bunu anladım.Araya bişeyler girecek ki monotonluk yıkılsın. Yani demek istediğim her zaman mutlu olunmamalı,araya üzüntü girmeli,herzaman üzgün olunmamalı araya mutluluklar da girsin.Üzülecek şeyleri çok rahat buluyoruz ama mutluluğu bulmak daha çok çaba gerektiriyor.Bu da bizim elimizde.

Neyse işte,içimden kendimle konuşurken tuhaf huzuru anlattığımda "gazdır o gaz" diyen iç sesime uzun uzadıya selektör yapıyorum.Ve Neslihancım unutma ki;" "yıldızları görmek için gök yüzüne bakmalıyız".Mesajımı aldığına inanıyorum. Lalecim Toronto'da sana mutluluklar diliyorum.Siparişimi unutma.Ve Asucum,esmerim,çatalkaram,yeni hayatında umarım herşey istediğin gibi gider.

17 Ocak 2011 Pazartesi

al benden de o kadar!


Ben sana bok demem.
Boklar duyar ar eder.
Bir zerren düşse boka,
Onu da mundar eder.

Tanrı senin hamurunu
Necaset ile yoğurmuş.
Anan seni sıçar iken
Yanlışlıkla doğurmuş.

Neyzen Tevfik

12 Ocak 2011 Çarşamba

duygularım işliyor


Bugün çok hoş bir şey oldu. Uzun zamandır görüşmediğim bir arkadaşımla görüştüm ve halen daha konuşmalarımız aklıma gelince sırıtıyorum.Çağlayan,samimi olduğum ve öyle gördüğüm ilk insan.

Ben anadolu lisesini ilk okuldan sonra kazananlardanım.Ve 7 yıl aynı okulda okudum.Arkadaşar aynı,hocalar aynı,bina,çevre hep aynı. Orta okuldayken iki şubeydik.Liseye geçince hem bu iki şubeyi hem de orta okuldan sonra anadolu lisesini kazananları karıştırıp sanırım 4 sınıf yapmışlardı. Ve doğal olarak sınıfta tanımadığım insanlar vardı.4 yıldır aynı sınıfta olduğum ve devamlı takıldığım kişilerle ayrı sınıflara düşmüştük. Hep böyle melankoli takılıyordum.Gene böyle melankolik bir şekilde müzik dinleyip camdan bakarken yanıma bi kız geldi."Aaa naber" falan diye konuşurken perde kafamıza indi.Çok da hoş olmuş bence.Arkadaşlığımız pekişti,başlar başlamaz.Her tenefüs pencere önünde buluşup Teoman dinlerdik.Bize geldi,ben onlara gittim,binbir yalanla onlarda kaldım.

Sonra sınıflarımız bir sonraki sene tekrar karıştı,sonraki sene bi kere daha ama hiçbirinde aynı sınıfa düşmedik.Anlatılacak o kadar çok şey var ki..Hepsi birden aklıma geliyor ve ne yazacağımı şaşırıyorum. Tarot kartları,fotoğraf makinası almak için tırsa tırsa karfura gitmemiz ve o köprünün üstünden geçerken acaba babalarımızın bizi orda görme ihtimali ne diye düşünmemiz,okuldan kaçıp eve gitmeler (millet nereye giderdi biz nereyee)..
O yıllar ikimiz içinde sorunluydu biraz.O yüzden kavga edeceğimiz zaman mektuplaşırdık.Hala duruyor,arada çıkarıp nostalji yapıyorum.

Konuşurken Çağlayan'dan samimi itiraflar geldi.Dedi ki " ilk zamanlar facebookuna baktığımda yanında başka insanları görünce kıskanıyordum seni,yanında ben olmalıyım diyordum,onlar geçici gerçek olan benim,sonraları beni unuttuğunu düşündüm,sonraları da hayat işte dedim." Benim de var itiraflarım. Üniversiteyi kazanıp gittiğinde sana mektup yazdım gönderdim,bilmiyorum geldimi,yerinde kocaman boşluk kaldı,hatta İstanbul'a ilk gittiğimde benim İzmit'te arkadaşlarım var zaten başkalarına gerek yok diyerekten bir süre tek tabanca takıldım.Seni unutmadım,bende seni kıskandım özellikle arkadaşlarınla uçakta olan fotoğrafını..Bensiz uçağamı bindin lan diye söylendiğimi bilirim.Ne yazık ki düğününe bile gelemedim.Ama çok isterdim.Bu yüzden siz düğün tazeleyin.

Biliyorum çok zaman geçti,bir çok şey değişti ama aynı frekansı yine yakalarız biz yaa.Teoman kasetini alıp İzmir'e geliyorum,bekle beni.Sırf sen dedin diye Tolga'nın engelini kaldırdım.Hee olurda online göremezsem mail atıcam " ben çıkışımı aldım,kusura bakma sana haber veremedim,kahveyi İzmir'de içerken iş mevzusunu konuşabiliriz." diye.Belki bugün benle konuşman buna işaretti.Aklıma girdin ama ucunda sen olmasaydın,gerçekten İzmir'e gelip seni görmek olmasaydı asla yapmazdım.

Gerçekten çok mutlu oldum.Gene gel,sık gel,hep gel benim dünyama.

(mim 2) çok pis cevaplarım!


En güzel arkadaşım Lale beni mimledi.O sorar ben cevap yetiştiririm,hiiiç önemli değil.

Dindarsınız ya da değilsiniz, inancınız var ya yok , dinlerini yaşadığını söyleyen insanlarda en çok sizi iten şeyler ne ve neden ?
Efenim,herkesin kendine ait bir inanışı vardır elbet,hatta inanmamazlık ta bir inanış.Kutsal kitaplarda ya da diğer dinlerde olan ortak bir duygu var.Hepimizin istediği de bu aslında.Beni iten ise,kendi toplumum müslüman ağırlıklı olduğu için ondan örnek vereyim,dininin istediği her ibadete yap,namaz kıl,oruç tut,hatim indir vs. ama her boku da ye.Ondan sonra dini bütün bir insanım diye ortalarda dolaş.Yok böyle bir olay ya.Sen çok yanlış bellemişsin kardeş dinini.

Sizi siz yapan özelliklerinizden en belirgin olanı ne?
Hmmm.. Mülakatlarda sorulan kendinizi üç kelimeyle tanıtın gibi bişey olmuş.Vefalıyımdır ben.

Etrafınızdaki kişilere saygılı mısınız? Neyiniz insanlardan farklı ve ne konuda daha çok saygı bekliyorsunuz?
Her insana saygı duyarım bir süre.Sonra bakarım cıks olmuyor,hemen sallamama modu.Hani bazı kişiler,saygıyı karşısındakinin parasına,mertebesine göre duyar,üst mevkiyse "siz" lat mevkiyse "sen" der.Bence çok yanlış.Nasıl sen bir evin annesi,babasıysan,çocukların için kahramansan,işte o "sen" dediğin adam da öyle.Ona göre davranmak gerektiğini düşünüyorum.Farklı olan yönüm ise ki bunu birçok arkadaşıma göre kıyaslıyorum,özgürlük ve hayatı yaşa kavramlarımın çok farklı olduğunu düşünüyorum.Bunu açmıyım bence. Beklediğim saygıysa,tercihlerim konusu.Duygusaldan çok mantıksal düşünütüm genelde.Hatalarım elbette oluyor ama biraz daha ılımlı olunabilir gibime geliyor.

İnsan’ın sizdeki tanımı ne ? Karşınızdaki kişi de olmazsa olmaz dediğiniz özelikler neler ve neden sizin için önemli bunlar ?
İnsan,yer yüzündeki yaratıkların en tehlikelisi,kendi de dahil karşısına çıkan herşeyi yok etmek için yanıp tutuşan bir mahlukat,biraz toprak,biraz su,biraz bok.İnsan içinde olan saflığı biraz koruyabilmeli bence."Yaşamak istiyorsan düzene ayak uydurmalısın" lafının arkasına sığınmadan bişeyler yapabilmeli.O düzeni kuranda insanoğlu çünkü.

Hayata bakışınızı paylaşır mısınız? Sürekli bir şeyler için hayatı suçluyor musunuz yoksa hayatta olması gerekenler bunlar ve olması gerekenler yaşanıyor mu diyorsunuz?
Kadere inanırım.Ama hiçbişey yapmadan,boş boş da kaderin işlemesini bekleyemem.Ki olmasa bile çabaladığın işler birgün bir yerde işine kesinlikle yarıyor.Ama hayatın adil olduğunu söyliyemem.

Sizi en çok huzursuz eden eksikliğiniz ne ? Şunu da düzeltseydim daha huzurlu olurdum dediğiniz, gerçeğiniz, boş vermişliğiniz, gamsızlığınız?
Ben çok kinciyim ama inanılmaz.Normal bir konuşmada bir an durup "şu gün şu tarihte sen bana böyle böyle demiştin." derim.Ve bu inanılmaz beni yoruyor. Düzeltmek istediğim bir vicdan azabım var aslında ama mümkün değil.Bu konu hakkında tavsiye istenirse, değer verdiğiniz insanları kırarsanız ya da kırılırsanız hemen arayı düzeltin derim.Üç günlük dünya,yarının garantisi yok,içinize oturur.

Biri size bir kötülük yaptı ve biliyorsunuz ki yapılan şey bilinçliydi, tepkiniz nasıl olurdu? Susar mısınız yoksa aynı anda yüzüne vurur musunuz yapılanları? Kişilere davranışlarınızı neye göre belirliyorsunuz ?
Tekrar yineleme fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim,ben kinciyim.Anladığım anda karşımdakini gıcık edecek boyutta sakin,bağırmadan,ağlamadan,hatta ve hatta pis bir gülümseyişle küfür etmeden ağzına sıçarım.İntikamımı almak için ortam yaratmam ama olan ortamları da kullanmadan geçmem.Bunu yaparken kişi ayırt etmem.

Sizce, sabretmek nedir ve üzerinizde otorite kurmaya çalışan, sizin hakkınızı yiyen insanlara sabretmeli miyiz yoksa karşılık vermeli miyiz? Tepkimiz nasıl olmalı?
Sabretmek uygun ortamı beklemek bence.Tabi bu süre zarfında olacak olan olur. Tepki vermeliyiz,sonra rutine bağlar,nasılsa sessiz sakin, hak yemeye devam eder ama bunun da bir orta yolu olmalı.Kırmadan kırılmadan..

Bir konuşmada geçti ben böyle bir cümle kurdum:’’ Karşımdaki insan benim için değerli değilse söylediği cümlelerde değerli değildir, isterse hakkımda zanlarla kötü konuşsun hiç farketmez’’ Bunu söylememin nedeni de şu; biliyorum ki bu dünyada en zor şeylerden biri sizi anlamaya kapalı insanlara kendinizi ifade etmeye çalışmak ve birilerini memnun etmeye çalışmak..Peki siz nasıl düşünüyorsunuz bu konuda?
Kor cehalet cirkeflestirir insanlari !
Suskunlugum asaletimdendir...
Her lafa verecek bir cevabim var...
Lakin bir lafa bakarim laf mi diye,
Bir de soyleyene bakarim adam mi diye...
Mevlana'dan
Isrardan nefret ederim,yine zamana bırakıp tekrar denemek lazım.İnsan doğası gereği gelgit kafalıdır.Ruh halini kollar tekrar anlatırım çok gerekliyse.

Hangi söz sizi rahatsız eder ve neden?
Yazıklar olsun!! Annem söylediğinde rahatsız olurum.Çünkü harcadığı emeği helal etmiyormuşçasına bir anlam çıkarıyorum ben bu söz öbeğinde.

Başkasında kınayıp da sonra sizinde yaptığınız bir şey var mı? (isteğe bağlı paylaşmak)
Aaaay evet,artık yapmıyorum ama. Sigara içiyorum.

this is your life bro!

"This is my life" yazmış biri facebookta. Hayatımı istediğim gibi yaşarım,bi kere geldim, her istediğimi yaparım vs. demek istiyor.Tamam.Bilmiyorum belki beni çok sığ bulacaksınız ama haklılık payım var be abiler,ablalar.

O kişinin "benim hayatım" dediği hayatı tasvir etmeye çalışayım.Nerde akşam orda sabah,yesin,içsin,sıçsın,yatsın.Tüm kızlar onun,bu onun hayatı anlıyor musunuz,hayata bir kere geliyor,ölürken içinde uhde kalmaması gerekiyor,o yüzden önüne gelen tüm kızlarla yatmalı,din,dil,ırk gözetmeden..

Tamam bu senin hayatın,ama hayatta sadece yapmak istediğin,seni hayata bağlayan,tutkun bu ise,bence sen çok boşsun.Bana verdiğin akıl ve selamları götüne sok.

10 Ocak 2011 Pazartesi

isyanım var uleeen!


Bugün pazartesi ve biz her pazartesi olduğu gibi sinemaya gittik.Çıkşta oturduk kahve içtik,dedikodu yaptık,ne olacak bu gidişimiz dedik.Ve eve dönerken ki halim şuydu;okula sıçayım,yüksek lisansına sıçayım,işine sıçayım,torpiline sıçayım,sınavlara,düzene,duruma,paraya,ortama,erkeklere,kızlara,kodamanlara,kendini uyanık sananlara,kendini bi bok sananlara,hormonlu ürünlere,iğneye,seruma,gribe,veremli gibi öksürüğe,burun spreyine,boğaz spreyine,novalginee,zırt pırt çalan telefona,velilere,dünürlere,bulgarlara,dersanelere,kpss'ye,burger king'e,kontenjana,havanın soğumasına,üşümeme,yan masadaki tanıdıklara,altın takı setine,bohçaya,çorumlu olup izmirliyim diyene,kılıbıklara..vs.sıçayım diyerekten eve gittim.Düşünün yani konuşmalarımız bana neleri düşündürmüş.İsyankarım bugün arkadaş.

Şimdi istiyorum ki; Afrika'da olayım, açayım kollarımı bir antilop sürüsünün içinde özgürlüğe koşayım.Çok mu?

PS:Bu fotoğrafı flickerdan çaldım,helal et kardeş.Ayrıca normalde konuşurken en büyük küfürüm "gerizekalı" bilemedin "maldır". Ama burda kaptırıyorum,küfürü ve argoyuda severim. Yaşasın özgür ifade gücü!

8 Ocak 2011 Cumartesi

(mim) konulu!

Bilgi Üniversitesi'ndeki porno olayı için Lale tarafından mimlendim. Bakalım neymiş fikirlerim.

İlk gazetelerde falan gördüğümde alıp irdelemedim, nedir ne değildir ama anladığım kadarıyla, iletişim öğrencisi dönem sonu ödevini porno çekerek tamamlamış ve çok uyduruk bir not almış.Üniversite ise bu olay karşısında göstermelik tepki olarak öğretim üyelerini okuldan atmış.Bunu savunan bazı kişiler "sanat engellenemez" tavrında kendi çapında ayaklanmalar çıkarmış.

Pornonun bir sanat olduğunu asla düşünmüyorum.Porno bir sektördür hem de milyar dolarlık. O zaman herkes yolda çıplak gezsin ve bu sanatın bir parçasını icra etmiş olsun.(Böyle de yüzeyselim.)Burda öğrenci marjinallik yapmak istemiş kanımca. Çünkü web sitesinden kısa filme, klipten iphone applicationsa kadar binlerce , hatta birbirleriyle geçişli falan ödevler yapmak mümkünmüş.Ödev değerlendirilirken ise;
- Senaryo nasıl? Alt metin nedir? Ön hazırlık başarılı mıydı, yeterli miydi? Sunum nasıldı?

- Konsept nasıl? Türe yenilik getirdiği noktalar, tekrar ettiği noktalar, bütünün içinde ayrı bi anlam oluşturuyor mu?..vs

-Görsel stili nasıl? Neden öyle? Işık nasıl? Görüntü yönetmenliği nasıl? (ki bunda film hangi formatta çekilmiştiden, kullanılan renklere veya filtrelere ya da o kamera açısı niye öyleye binlerce şey bulunabilir.)

- Oyuncu seçimi/yönetimi nasıl?

- Sanat yönetimi nasıl? (mekan, renkler, makyaj, proplar, diye. ya da oyunculardan birinin kıyafetinin oynadığı role neden uygun olmayacağına dair bir eleştiri gelebilir...)

- Montaj, jenerik, müzik nasıl? Filmin bütünlüğünde nasıl anlamları var?

Yani demem o ki,normal bir klip çeksen bile yeterliymiş.Çocuk heveslenmiş,yapmış.Tamam o da kabul.Peki ya Bilgi Üniversitesi? Öğrenciyken ve çeşitli derneklerde çalışırken,herhangibir projeye çok irdelemeden ortak olduğunu gördüm.Ve yine bir proje için okulun bünyesine hayat kadınları,gayler dahil oldu kısa bir süre için.Başörtüsüne ses çıkarmadılar,kürt konferansı,ermeni konferansı bu üniversitede yapıldı, üstelik tepki almasına rağmen yapılmasına izin verdi, ne bileyim bünyesinde bir sürü bir biriyle zıt düşüncelere ait öğrenci kulüpleri görebilirsiniz.Sosyalist düşünce kulübünden milliyetçi düşünce kulübüne, lgbtt kulübünden antikapitalist öğrenci hareketine kadar her görüşten insan fikirlerini özgürce tartışabilmiş.Akademik olarak da başarılı ama akademik özgürlüğünü alamadıktan sonra akademik başarısını nerene sürersen sür.

Şimdi Türk Halki tarafından bu durum rezalet olarak adlandırılıyor ama yapılan araştırmalarda porno sitelerde en çok gezinen bu memleket çıkıyor,anlamadım ben bu işi.Türk gençlerinin bir çoğu erotizmi Aydemir Akbaş'tan öğrendi.Hiç sevmiyorum bu adamı,ayrı bir itici.

Neyse efenim,bu arada mezun olduğum Yeditepe Üniversitesi öğrencilerinden bir atak bekliyorum. Laboratuarlarda dönem sonu ödevi için uyuşturucu üretebilirsiniz ya da serada ot yetiştirin falan. Bilgi Üniversitesi öğrencileri için "Keraneci",Yeditepe Öğrencileri için de "Tomabalacı" falan denir heralde.Bu arada süper reklam oldu,bölüm paraları artabilir.

7 Ocak 2011 Cuma

Esraaanım


Bireysel olarak kendisini toplum ortalamanın üstünde, belli şeyleri aşmış, yalnız aldığı para neticesi ile oradakilerin çobanlığını yapan bir insan olarak düşünmüştüm. Bu pozitif önyargı, olayı izlememle birlikte yaşadığım hayal kırıklığı, öfke ve şok karışımı duygunun dozunu oldukça artırdı. Ancak olayı ve yaptığı işi baştan değerlendirince aklımın 'ne ummuştun ki?' yanıtını vermesi gecikmedi.

Reyting uğruna,bazı kesimlere yaranmak uğruna birkaç kişiyi programda harcamış resmen.Neslişah adlı 18 yaşındaki kız çocuğunu, sahip çıkıyorum adı altında,eleştiren,yargılayan,ağlatan,kepaze eden,alakasız insanların ona hakaret etmesine izin veren tipik bir zamane sunucusu.İnternetten izledim.Keşke canlı izleseydim de telefon açıp ağızlarına sıçsaydım. Kızın başından 2 evilik veya 2 beraberlik geçmiş, ve ima ettiklerinden anladığım kadarıyla birçok erkeğin cinsel istismarına maruz kalmış. Ve bir de çocuğu var. Kız adanalı. Ona kimsenin yardım etmediğinden, hep kandırıldığından vs. yakınıyor. Ve köyünün muhtarı, onu tanıyan adamlar arayıp, ona hep sahip çıktıklarını, koruduklarını, para verdiklerini ama onun hep başka köylerden erkeklere kendini kullandırttığını ima ediyor. Adananın adını kötüye çıkardığı için ona kızıyor, sinirleniyor.
Stüdyodaki kadınlar onu, iyilikten anlamayan, yalan söyleyen, başına gelen kötü şeylerin sebebinin bizzat kendisi olduğunu söyleyen cümlelerle onu yargılıyor, eleştiriyor küçük düşürüyor.
Şöyle bir bakınca, kızın zeka seviyesi, cehaleti o kadar anlaşılıyor ki. Evet dedikleri gibi bu kız kendi başını kendisi derde sokmuş olabilir. Her mental retardenin yaptığı gibi, ama onu bu şekilde yargılamak suçlamak kimsenin haddine değil. Hele de böyle ulusal bir kanalda, ekranlarda. bir de "biz yardımseveriz, hayırlı bir iş peşindeyiz" kisvesi altında. Kültür ve eğitim düzeyi makul seviyede olanlar bu numaraları yemiyor, yemiyor ama müdehale etmeden de duramıyor. O kızı intihara bile sürükleyebilirsin sevgili Esra Erol. Çok art niyetli bir insan olduğunu düşünmüyorum kendisinin, ama Seda Sayan'da olan cahil cesaretinin kendisinde de mevcut olduğunu düşünüyorum.

Bu programda,bakire kadın isterem, sıfır olsun, el değmemiş olsun diye hönküren içi geçmiş heriflerle gülümseyerek muhabbet ederken nasıl bir ruh hali var çözemedim.Bütün tavırlarıyla, baştan ayağa Gülben Ergen ekolünden gelen, milli manevi değerlere sahip çıkıyorum ayağından, kadınların her türlü aşağılanmasına göz yuman, daha doğrusu bundan kesinlikle gocunmayan, aynı şekilde kadınlar adamları mal mülk sorgulayarak aşağıladığında, "beni nasıl geçindireceksin" diye, "bana bakabilecek misin?" diye sorarak kendilerini küçük düşürdüğünde, adamlar telefon açıp sıfır kadın istediğinde "hadi ordan araba mı alıyorsun, başka kapıya" demeyi aklından bile geçirmezken, elalemin gözündeki o evimizin kızı pozunu bozmamak için kikirdeyip "aman ağzımızdan yanlış bir laf çıkmasın ibrahim beyciğim"lerle yetinen, sıradan, bilindik, mahalle tipi sunucu değil mi bu kadın?

Bugün açtım izledim,akıl sağlığından şüphe duyduğum 30'lu yaşlarının ortalarındaki bir kadına denk geldim.Ve milletin onun konuşmalarına,hereketlerine nasıl gülüp,dalga geçtiğini gördüm. Çoğunun oraya evlenme kaygısıyla geldiğini düşünmüyorum.Ve görün yani bu insanlar oy kullanıp,hükümeti seçme gibi ciddi konularda söz sahibi olabiliyorlar.Ama biz gene de gülelim ağlanacak halimize.

6 Ocak 2011 Perşembe

Bizans vs.Doğu Roma


Efenim madem yaptım neden yayınlamıyımcılardanım.Bizans meğersem neymiş yahuu.Bu konuyu araştırırken baya geyikler döndü.Hatta bir sitede ünlü bir tarihçinin yaptığı açıklamaya göre Osmanlılar, müslüman Bizanslılarmış.Ama babama sorduğumda aldığım cevapsa;" Bizide mi kendi malları yapmışlar? Yorma o küçük beynini, Dünya'nın 4'te 3'ü Türk gerisi Çinli be kızım."Biraz ima kattı ama ne demek istedi çözemedim,dalga mı geçti acaba?? Neyse, yeni olayım şu; Tarihçilerin bir kısmı Bizans diye bir imparatorluk yok,Doğu Roma'nın devamı,diğerleriyse Doğu Roma yok,Bizans farklı bir imparatorluk diye bastırıyorlar. Ya da öyle bişey işte. Buyrun devamı;

Türklerin kadim tarihinin vazgeçilmez unsurlarından Bizans Devleti'nin siyasî ve sosyal tarihine ilişkin sorunların çözümüne dair çabalarda yetersiz olmamız Türk tarihçiliğinin kuramsallaştıramadığı Anadolu Türk-Bizans ilişkileri problematiğinin karmaşıklığını bir kat daha arttırmaktadır. İster analitic isterse describtive ve narrative olsun ciddi bir tarih yazımında zorunlu olan kavram bilgisinin etimolojik çalışmalara ihtiyaç duyduğu muhakkaktır...

Türklerin Batıya ilk hareketinden günümüze, geçmişi anımsatan her mekan ve anlatıda, zihnimizin bir köşesinde farklı çağrışımlarla, intikam ve aşk duygularından, kılıç, kısrak ve çan sesine imgeler zengini bir dünyanın timsali; ama gerçekte ne olduğunu bilemediğimiz bir yaşamın arka yüzü; Bizans!
Kelime Anlamı Olarak Bizans
Bizans kelimesinin etimolojik arka planına bakıldığında Helen dil temeline dayalı olduğu görülecektir. Kelime Bizans kroniklerinde Buzantio (βυζάντιο) olarak geçmekle birlikte, araştırma eserlerinde genel olarak Bizans için 'MÖ. 7. yüzyılda Grek kökenli deniz kolonisi Megaryan'lar tarafında Haliç'in güneyinde kurulan şehrin adı' denilmektedir.

'M.Ö. 660'da Dorlar tarafından kurulan ve daha sonra Roma İmparatorları'nın ikametgahı ve D. Roma'nın başkenti olan şehrin Grekçe adı Bizans'tı.' şeklinde açıklama yaban G. Moravcsik zamanla buranın Konstantinopolis (Κωνσταντινοa3;πλις), Yeni Roma (Νέα Ρa4;μη) ve İstanbul adını aldığını ve Bizans'la ilgili kelimelerin Germanistik ve Romanistik şekilde türetilebileceğini belirtmiştir.

Bizansla ilgili kelime ve türetileri incelendiğinde Buzantion (βυζάντιον) adının Helence kökenli bir kelime olarak, Yunan mitoloji tanrısı Poseidon ile Nymphe Keroessa'nın oğlu Buzas'tan (βa3;ζασ) aldığını düşünebiliriz. Buzantion adı Grekçe'de Buzas ve -ados (βa3;ζασ ' άδος) kelime ve ekine dayanmaktadır ki bu kelimenin içinde Trakça ve İliryaca Beuz ve Buz kelimesi gizlidir. Bu nedenle Buzas'ın, Grekçe öküz ve inek anlamına gelen, güç ve bereketi temsil eden Bous (βoυς) isminden geldiği görülebilir.

Moravcsik, Buzantion kelimesinden sıfatların türetilebildiğini, iki dişil sıfat Busantias (βυζάντιάς) ile 'ados' un (άδος) sık sık Grekçe antolojilerde yer aldığını belirtmektedir. Ona göre Busantis, (βυζάντίς) ile 'idos (- ίδος) isim halindedir ve -e Busantis (ή βυζάντίς) kimi yazarlarca Bizantion yerine kullanılır. Bizantion aynı şekilde Bizans Şehri anlamında Bizantion Polis ve Buzantos Polis olarak da geçmektedir. A. Kazhdan ve C. Mango ise Bizans için 'Bizye Polis' tabirini kullanmıştır. Kazhdan ve Mango, Bizans'ın kurucusunun Byzas ve onun, Trakya kralının veya Semestre perisinin, oğlu olduğunu belirtmektedir. Bu iki araştırmacının tesbitine göre, Bizans kelimesine denk olan Bizantion kelimesinin Byz-Ant-ion kombinasyonundan oluşan iki isimli bir açıklaması olmalıdır.

İngilizce'de Byzantion olarak geçen kelime, Konstantinepolis' in MS. 330'da kuruluşuna kadar geçen zaman dilimi için daha lokal ve belirlenmiş bir bölgeye verilen adken, Byzantium ise bin yıldan daha fazla ayakta kalabilmiş bir Orta Çağ devletinin, Bizans Devleti'nin, geleneksel ya da öteki adı olarak kullanılmaktadır. Oysaki Bizans Kroniklerinde görüleceği üzere Byzantium, Byzantion gibi daha lokal ve belirlenmiş bölge olan İstanbul yarımadısı için kullnılmıştır. Kelimelerin her ikisi de Bizans şeklinde Türkçe'ye çevrilebilmektedir. By-zan-tian kelimesi ise yine isim halinde İstanbul şehrinin eski adı karşılığında Byzantion veya Byzantine kelimelerine yaklaşık bir ifadesi vardır, aynı zamanda isim tamlaması olarak Byzantine şeklinde Bizans halkı anlamlarında kullanılabilir. Böylece Byzantine kelimesi Eski Bizans şehrinin yerlisi veya sakini, Buzantinos 'βυζαντινa2;ς' ise Bizans şehriyle alakalı, Bizans İmparatorluğu'nun karakteristik özelliklerinin unsurları gibi anlamlar ifade edebilmektedir.

Nitekim Latince'de Bizans halkı için kullanılan Byzaceni, Bizans sakinleri demek olan Byzacene' den geldiği gibi Byzacenus ise Bizans'la alakalı olan anlamına gelmektedir. Byzantiacus kelimesinin Bizans devlet terimi, Byzantii ve Byzantini' nin Bizans halkları, Byzantium veya Byzantius'un Trakya'da bir şehir, Byzas'ın ise Bizans'ın kurucusu anlamlarında olduğunu söyleyebiliriz. Trakya'da bir şehir ismi olarak ayrıca Bizanthe kelimesinin kullanıldığını biliyoruz. Ayrıca bu kelime köküne akraba olan bir başka ifade de Bisellium dur. Bisellium bir şeref göstergesi olsun diye iki ayrı yere yapılan kuşatmayı veya Roma'da Sella Curulis'e eşdeğer biçimde bir kişinin oturabileceği mekan anlamlarında kullanılır. Biselliarius ise Bisellium üzerinde oturma hakkı olan kimseyi; Bisalliatus, Bisellium' un şereflileri anlamını ifade eder. Bizans adı ailesinden şimdilik kullanacağımız son kelimeyse Bezant' tır. Bezant kelimesi de Bizanslı, Bizans şehri; yuvarlak, çember gibi anlamlar içermektedir.

Sonuçta Bizans, şuan İstanbul olarak bildiğimiz tarihi yarımada için kullanılmaktayken, daha sonraki yüzyıllarda Roma İmparatorluğunun (D.Roma) adı haline gelmiştir. Buna neden olarak 1453'e gelindiğinde imparatorluğun yalnızca İstanbul'la sınırlı kalması gösterilebilir.
Bizans İmparatorluğu
Doğu Roma İmparatorluğu, ya da 16. yüzyılda Alman Hieronymus Wolff'un adlandırmasıyla Bizans İmparatorluğu, Roma İmparatorluğu'nun 395'te Doğu ve Batı olarak ikiye ayrılmasıyla ortaya çıktı. Başkenti Roma olan Batı Roma İmparatorluğu 5. yüzyılda Germen kabilelerince yıkıldı. Merkezi Konstantinopolis (bugünkü İstanbul) olan ve Doğu Roma İmparatorluğu da denen Bizans İmparatorluğu ise, bin yılı aşkın süre varlığını sürdürdü. Bizans'ın ortaya çıkışı, Roma İmparatoru I. Constantinus'un başkenti, Roma'dan bugünkü İstanbul'a taşımasıyla da yakından ilişkilidir.

Roma İmparatoru I. Constantinus (Büyük Konstantin), 330'da imparatorluğun başkentini eski Yunan kenti Byzantion'a (Bizans) taşıdı ve yeni başkente, Constantinus'un kenti anlamına gelen Konstantinopolis (Constantinopolis) adını verdi. Constantinus, Roma'dan senatörler ve yüksek memurlar getirterek Konstantinopolis'te yeni bir yönetim oluşturdu ve kenti yeniden imar etti. Roma çok tanrılı olmasına karşın, Konstantinopolis'i bir Hıristiyan kenti yaptı ve kendisi de bu dini benimsedi.

Bizans'ın yöneticileri kendilerini Roma İmparatorluğu'nun gerçek mirasçıları olarak kabul ettiler ancak öte yandan Roma ile ilişkilerini de sürdürdüler. Roma İmparatorluğu'nun batı kesimi küçük devletlere ayrılıp parçalanırken, Bizans İmparatorluğu bütünlüğünü korumayı başardı. Batıdan bağımsız olarak Doğu Akdeniz'de egemen olan Bizans İmparatorluğu, Yunan ve Roma uygarlıklarının son merkezi oldu.
Bizans İmparatorluğu kavramı tarihçilerin bir deyişidir ve İmparatorluğun hayatta olduğu dönemde hiçbir zaman kullanılmamıştır. İmparatorluğun Yunanca adı Basileia tön Romania (Roma İmparatorluğu) veya sadece Romania idi. Doğu Roma halkı da kendisini Romalı olarak adlandırırdı. Türkler ve Araplar ise Rum kelimesini kullanırlardı. Batı Avrupa'da imparatorluktan "Bizans" diye bahsedilmeye başlanması Alman tarihçi Hieronymus Wolf'un 1557 yılında Corpus Historiae By¬zantinæ adlı eserinin yayımlanmasının ardındandır. 1648 yılında Byzantine du Louvre (Corpus Scriptorum Historiæ Byzantinæ) ve 1680 yılında da Du Cange'nin Historia Byzantina adlı eserlerin yayımlanmasından sonra Montesquieu gibi Fransız yazarların arasında Bizans kelimesi popüler hale geldi.(Osmanlı.tr)

Daha önceleri Batı Avrupa'da imparatorluk Imperium Graecorum (Yunanlıların İmapartorluğu) olarak adlandırılırdı. Özellikle 800 yılında Şarlman'ın Papa III. Leo tarafından Kutsal Roma İmparatoru (Imperator Augustus) olarak taçlandırılmasından sonra Roma mirası konusunda bir rekabet başlamıştı. Papalar ya da Batı'daki yöneticiler Doğu Roma imparatorlarından bahsedeceklerinde Imperator Romæorum unvanını kullanırlardı zira Imperator Romanorum unvanı Şarlman ve onun haleflerine aitti. Bu sebeplerden ötürü Bizans teriminin kullanılmasındaki amacın Kutsal Roma Germen İmparatorluğu'nun rakibi Doğu Roma İmparatorluğu'nu tarih sahnesinden silmek olduğu düşünülebilir.
Bizans Konusunda Efsaneler
İlki; Poseidon ile Dereos ve oğulları olan VYZAS ‘İstanbul’da doğmuş ve bu kente adlarını vermişlerdir.Bu efsane İstanbul’u, Antik Grek tarihine yeterince bağlayamadığından, genel olarak ikinci efsane gerçek bir tarihmiş gibi kabul edilmiştir.
“Yunan Yarımadasındaki mağaradan yola çıkan göçmenler, başlarındaki VYZAS olduğu halde kendilerine yeni bir yurt ararlar. Delf’teki Apollon Tapınağının kâhinine başvururlar ve onun tavsiyesi üzerine Sarayburnu’na yerleşirler. Tarih –657.dir. Kurdukları kentin adı VYZAS’tan benzer, VYZANTİUM, BYZANTİUM gibi şekillerde karşımıza çıkar.
Ciddi bir dilci olan e bu efsane ile yola çıkan Paul Ketzchmer, bu adın kökenini bulmak için, büyük gayretler sarf etmiş, BİEZAS, BEUSANTİS gibi sözcüklere el atmış, ancak ortaya bilimsel ortamları tatmin edebilecek bir sonuç koyamamıştır. Prof. Dr. Afif Erzen “İstanbul Şehrinin Kuruluşu ve Sistemleri” adlı yayında P. KRETSCHMERİ’in çabalarını bütün ayrıntılarıyla açıklamıştır. 100.000 yıl önce “Yarımburgaz Mağarası”nda başlamıştır. Burada Mastodont kemikleri bulunmuştur.
İstanbul Yöresinde Tarih
İkinci yerleşim bölgesi, İstanbul’un Asya yakasındaki “Fikir Tepe Höyüğü”dür,Bakır Çağı, -4/3000’den sonra, üçüncü yerleşim bölgesi “Silahtarağa”dır.VYZAS’ın, İstanbul tarihini başlattığı “Sarayburnu’da ise –9. yy.’da “LYGOS”adlı bir balıkçı köyü vardır. Resmî olarak kabul edilen bu –9. yy.’dan sonra tarih +330’a atlamakta ve Roma İmparatoru Konstantin, İstanbul’u başkent olarak seçmekte, bu kente adını vermekte ve kentin adı “başkent” olarak KONSTANTİNOPOLİS olmaktadır.LYGOS ile Konstantinopolis arasında 1200 yıllık bir boşluk vardır.Bu durumda Bizans nerededir? Eğer böyle bir devlet varsa, Roma İmparatorluğuna ne olmuştur?
Bu konuda, Prof, Erzen’in, T.T.K.tarafından 1954 yılının Nisan ayında yayınlanan Belleten’in 70. sayısında aktardıklarını sıralayalım;

...XVII. yy.lın ortasında yaşamış olan Selanikli gramerci Romanos Nikheporos’un Vyrtgar Grameri’nde, Grekçe’de “şehre, şehirde” anlamına gelen “EİS-TİN POLİN” Türk gırtlağında bozularak İSTANBUL halini almıştır” der.

• Efsaneye göre, Konstantinapolis’e girmek isteyen Türklere nereye diye sorulduğunda “EİS-TİN POLİN” yani ŞEHRE diye cevap vermişler ve İstanbul ismi buradan kalmış.Bu durum önce E. Jackuet (Journ Asiat IX. S. 458), Psichiari ve onlardan sonra, Du Cange, (Glosser, med. Et Gaerc. 1687) adlı kitabına alınmış ve bu kitap esas kaynak olarak bugüne kadar, Bizans isminin paralelinde kullanılmıştır. 1453’ten itibaren, Konstantinapolis yerine EİS-TİN POLİN kırma kelimesi İstanbul dendiğini ileri sürmüştür.Aksi ve bu iddiaları çüretecek olarak;
• İstanbul’un fethinden önce, II. Murad zamanında bu kentin adı İSTANBUL idi. (Osman Turan,Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi,1965). X. Yüzyılda yaşamış olan tarih yazarı MESÛDİ, “Efenbih Velişref” adlı kitabında şehre, halk arasında BULEN denildiğini, resmî dilde ve aydınların dilinde ise (ASTAN-BULEN) adının kullanıldığını yazar ve şehre, KONSTANTİNİYE denilmediğini ilave eder. Bunun dışında bu iddia,hiçbir gramer kaidesine uymadığı gibi,tarih boyunca kentlerin adlarının oluşmasında bilinen faktörlerin dışında kalmaktadır. Aynı konuda H. Berberian, İstanbul Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi’nde; EİSTİN’in STİN sonunda da STAN’a dönüşmüş olmasını KHATAY gibi sözcüklerin Ermenicede de var olduğunu göz önünde bulundurarak bu değişimin Ermenice’ye atfedilmesi gerektiğini ileri sürmektedir. Berberian’a yalnız Mesûdi’nın İstanbulen’i değil, XIV. Yy’da, İbnî Battuda’nın İstanbul’u İZTANBUL, Gene XIV. yy. yazarı Vartan’ın, Ermenice coğrafya kitabında ESDAMPOL, Seyyah J. Schilberger XV. yüzyılda İSTANBOLI, STANBOL şekillerinde yazmış oldukları yeterli birer yanıttırlar.

5 Ocak 2011 Çarşamba

Beynelmilel bişey işte


Türk Sinema Tarihi dersimiz için Tibetle yaptığımız dönem sonu çalışmamızın bir kısmı.Sayın hocamız Pınar Tınaz içinizden geldiği gibi yazın demişti ama fazla içten olmuş sanki.

Filmimiz askeri yönetim dönemlerinin, günlük hayat ve sıradan insan üzerindeki etkileri ve kışla mantığının sosyal yaşama uyarlanması sırasında ortaya çıkan anlamsız ama çok trajik karmaşaları irdeliyor. Tüm bu gelişmeler, yörenin müziğinin başına gelenlerle birlikte, bir baba ile kızının hazin bir yolculuğu olarak anlatılıyor.
12 Eylül'e mesafeli ve bir o kadar da etkileyici yaklaşan film. Darbe dönemini anlatmak için seçilecek en güzel yol seçilmiştir bizce. 12 Eylül’de bu ülkenin solcusundan sağcısına, eğitimliden eğitimsizine, şehirlisinden köylüsüne kadar herkesin derinden etkilendiğini en güzel şekilde göstermiştir. Adını belki de birçok insanın duymadığı gevendelerin hikâyesini anlatırken hem ağlatmış, hem güldürmüş, hem de düşündürmüştür.

Senarist ve yönetmen Sırrı Süreyya Önder bir söyleşisinde "12 Eylül’de o kadar sert ve acımasız şeyler yaşandı ki bu ülkede, o derece sert ve acımasız bir dili yakalayamazdık, hünerimiz buna yetmezdi" diyerek hem oldukça alçakgönüllü davranmış, hem de o döneme ve bizzat kendi yaşadıklarına bile ne denli serinkanlı yaklaştığını göstermiştir. Senaryosu da gayet sağlam ve tutarlı geldi bize. Diyalogları çok başarılı, çok zekiceydi. Film hem bir solcu, hem bir asker, hem bir sıradan düğün müzisyeni, hem de saf ve âşık bir genç kız gibi bakabilmişti 12 Eylül’e.
Film, oyunculuk ve hikâyesindeki başarısının yanı sıra, kullanılan sinema diliyle de oldukça öne çıkıyor. Misal, darbeden sonra halkevinin üçüncü sınıf bir pavyona dönüştürülmesi, duvarında asılı duran Piç Haso tablosunun indirilip yerine Arzum Çilem posterinin asılması, darbenin bu ülkeden neleri silip süpürdüğü ve onun yerine ne tür değerleri getirmiş olduğunu gösteren harika bir metafordu. Onun dışında Abuzer'in kemanıyla Enternasyonali çaldığı sahnede, müzikten etkilenen diğer gevendeleri motive etmek için söylediği "baharı düşünün, çocukları, kuşları düşünün bu şarkıyı çalarken" demesi, ardından orkestradaki bir gevendenin "inanır mısın, sen kuşları, çocukları düşünün demeden önce de, ben daha odaya girerken bu müziği duyduğumda zaten baharı, çocukları düşündüydüm, ne garip" diye karşılık vermesi kadar hoş bir şey olamaz. Sonra Gülendam’ın Haydar arkadaşından duyduğu kulaktan dolma teorik bilgileri, eve geldiğinde, hayatın sillesini yemiş pavyon kadınlarına kelimesi kelimesine satmaya çalışıp da kadınların bu söylenenleri, her defasında birbirinden basit "ampirik" antitezlerle çürütmesi filmin kayda değer başka yönleri. Pavyonda çalışmak için gelen kadınlarla Özgü Namal'in yaptığı konuşmalar o döneme ışık tutabilecek anlardı. Haydar arkadaştan duyduğu lafları sıralarken kadınların devrim oldu da ne oldu ben hala pavyondayım hala acım tarzı konuşmaları çok güzeldi. Belki film dönemi çok farklı bir senaryo üzerinden anlatırken bizim gözümüzde bu sahneler ile canlandı. Hayat kavgasına düşmüş insanların çocukları devrim yapmaya çalışmıştı. Bu aslında varoşlardan gelen bir çocuğun milyoner olmak istemesi, doktor, kaymakam olmak istemesi gibi büyük bir hayaldi. Cunta ile bu hayallerin son bulması bir kuşak geriye gidilmesi, sırf çocuklarına mahcup olmamak için protesto yapmak isteyen insanların yok olması, geriye kalanların da değişmek zorunda kalması. Pavyondaki Picasso resminin inip yerine Arzum Çilem posterinin asılması gibi oldu bizce. Bir tarafta pavyonculuk yapan ailelerin diğer tarafta devrim yapmaya çalışan çocuklarının, ayni tarihte ayni topraklarda yasadığı anlar keşke bu şekilde sonlanmasaydı. İllaki devrimin olması veya bir grubun kazanması değil anlatmaya çalıştığımız. Belki zaman içinde amacın bir devri yıkıp diğerini başlatmak olmadığı pavyondaki kadınların, gevende olmak zorunda kalan insanların sorunlarının esas amaç olduğunu idrak edeceklerdi. Belki duvardaki Picasso resmi inecek yerine henüz doğmamış doğmuş olsa bile resim yapmayı tercih edememiş yine o insanlardan birinin çocuğunun çizdiği bir resim asılacaktı.
Filmin bir güzelliği de karakterlerin derinliğini ayrıntılarla çok basarîli bir şekilde vermesi. Bir kaç kritik diyalog, vücut dili ile uzun anlatılsa sağlanmayacak bir sahicilik sağlanmış aslında. Tabii oyuncuların da doğallığıyla, hayret ama Özgü Namal da dâhil olmak üzere belki bir tek devrimci genç Haydar tam olmamış hissi verdi Beynelmilel'de. Ya da nedense böyle filmlerdeki devrimci genç karakteri bir tür tip, model olmaktan genelde kurtulamıyor. Belki kabahati bu gençleri ve sosyalizmi karikatürize eden, bir kaç basit slogana, toplumdan kopuk hayalci bir duruşa indirgeyen seksen sonrasının genel kültüründe aramak gerek. Fakat filmin bütünlüğü içinde Haydar karakterindeki derinsizlik de çok rahatsız edici değil. Çünkü biz kendi adımıza filmin o çocukla ve inandıklarıyla dalga geçmek gibi bir niyeti asla olmadığına en başından inandık.

Bu filmi belki izlemeyene anlatmak, beğendirmeye çalışmak zor, çünkü güzelliği, etkileyiciliği ayrıntılarında. İnce esprilerinde ve hikâyenin kaçınılmaz acı sonunda. mesela Meral Okay ve Dilber Ay'ın oynadığı pavyon kadınlarının hayattan çıkardıkları dersler, kostümleri - en basta Meral Okay’ın bir röportajda söylediği gibi kendisinin seçtiği leopar desenli tuniği, mavi taytı gibi- askere, subayların şekilciliğine, kasıntılığına sokulan ince laflar, 'temsili düşman' kostümleri içindeki gevendeki orkestranın müziğiyle yapılan cenaze merasimi, baharı karşılama tadındaki komünist enternasyonal marsı, dönemi gerçekçi bir şekilde yansıtmaya çalışırken verilen emek, sokaklardaki reklamlar ve müzik, kesinlikle müzik. Bir de baba Abu zer’in kızına attığı tokat... Nihal B. Karaca yazmış Zaman'da, doğduğundan beri halkın tokadını yiyen Abu zer’e göre, bir bakıma halkın mazluma vurduğu tokat cuntanın tokadından hafif değil.
Beynelmilel, solcusuna da, askerine de, tarafsızca bakabilmiş, -halka eziyet eden- askeri idareye getirdiği eleştiri kadar, onun karşısındaki -halktan uzak- "devrimci" görüşü de ince pek güzel iğnelemiş ki bu durum onu emsallerinden ayıran bir başka özellik olarak göze çarpmakta.

Sanat dalları içinde müziğin, örneğin resime oranla insanın ruhuna daha doğrudan ve daha etkili dokunduğu bir gerçek. Bu cümleden olarak, filmde yerel çalgıcılar, ilk defa duydukları enternasyonal marşını hemen benimserler fakat guernica dan pek bir şey anlamayıp, icabında dalga da geçebilirler.
Şurada (bkz: http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=209076) rastladığımız, kendine eleştirmen diyebilen bir adam, nasıl hem bu gerçeği göremez, hem de filmin en anlamlı sahnelerinden biri olan; halkevinin pavyona dönüştürülmesini ve Guernica nın duvardan indirilip yerine bir artiz afişi asılması mecazını anlayamaz.Oysa belli ki filmi yapanlar, tüm bunlarla izleyiciye, malum darbenin, bir toplumun değerlerini nasıl tepetaklak ettiğini anlatmaya çalışıyorlar; yoksa Picasso ya hakaret etmeye değil.

O değil de, Gülendam in yoldaş sevgilisi için bir çeyiz titizliğiyle hazırladığı "cuntalar olmasın" afişinin dünyada bir benzeri var mıdır bilemeyiz, ama o ne anlamlı, o ne güzel bir afiştir.
Cezmi Baskın, sade, "küçük" oyunculuk gösterisiyle adeta devleşirken, tüm büyük oyuncular gibi canlandırdığı karakterle bütünleşerek, perdeden gözümüze, tam anlamıyla sevecen bir baba ve fakir ama gururlu bir çalgıcı olarak görünüyor.
Özgü Namal ise, her zaman üzerinde taşıdığı şirinliğine, saflığını ve duygusallığını da ekleyerek yine iyi bir iş çıkarıyor.
Organize işlerde "fark ettiren" oyunculuğuna tanık olduğumuz Nazmi Kırık, sempatikliğiyle, bizim bu filmde en dikkatimizi çeken oyuncuydu. Özellikle pavyon sahnesinde, şarkı icra eden "sanatçıların arkasındaki hallerine gülmemek elde değildi.

Gülmek deyince hemen hatıra gelen, orkestra oldurulmuş geven delerin, ilk cenaze merasimi görevlerinde, Chopin’in cenaze marşının arasında -aslında tuhaf bir şekilde çok yakışan- klarnet taksimi ve gazel attırmaları; sonra da merhum toprağa verilirken "allahümme salli" çalmalarıydı ki, tüm bunlar adamı güldürerek öldürebilecek etkiye sahipti.

O dönemi yaşamamış, üstüne üstlük o zamanlar ne olup bittiğine dair bir bilgiye de sahip olmayan gençlerin bu filmden nasıl ve ne ölçüde etkilenip, "zevk" alacaklarına dair kuşkularımız olsa da, -bencileyin- olayların içinde yer almışları anılardan anılara savuracağı, her ayrıntıdan paylarına bol bol duygulanmalar düşeceği kuşkusuzdur.
Filmde halkın, konsey üyelerinden yani devletten istemeye cesaret edebildiği tek şey var. Televizyonda hava durumunda Adıyaman ilinin de meteoroloji bilgisinin verilmesi. Konsey üyelerinin geleceği miting meydanında halkın elinde tuttuğu bir pankartta su ifadeler yazılı; hava durumunda Adıyaman’ı niçin söylemiyorlar paşam.

Türkiye tarihinde devletin hep alan olması, hiç veren olmaması ve bu basit ama saçma isteğin dillendirilme cesaretinin gösterilmesi insani kendi haline güldürüyor. Aş istemiyorlar, iş istemiyorlar, özgürlük istemiyorlar, bugün devlet millet için çalıştık, yarın da kendi rızkımız için çalışacağız diyorlar. İnsanların üniformadan korktukları bir ülke olmak, halkın ne kadar çok tokat yediğinin de bir işareti. Aslında söylemek istenilen çok açık, artık tokat yemek istemiyoruz.

Konusuyla, kurgusuyla, oyuncuların kalitesiyle, çekilmiş en güzel Türk filmlerinden biri. Kıyafetler, mekânlar özenle seçilmiş, o tarihte Türkiye'deki insanların ve gençlerin yaşam biçimi çok iyi yansıtılmış. Ama bazı gözden kaçan hatalar var;
İlla hata aramaya kasıldığında, cenaze aracının en az 95 model olduğu görülebilecek film. Oysa film 80 'li yılların ilk dönemlerinde geçiyor. Kostümler, sanat yönetimi pekiyi değildir (misal, Haydar Kardeş'in giydiği kot pantolon bugünün en şık kot pantolonudur, zamanıyla ilgisi yoktur). Filmde Özgü Namal'ın canlandırdığı karakter okuyup kaymakam olacağından bahseder. Oysa film 1982'de geçmektedir ve ülkemizde kadınlara kaymakam olma hakkı 1989'da verilmiştir. Arka plandaki resimler, dergiler vs. ise hiç 1982 senesine uymamış. Müslüm de o sıralar henüz baba değildi.
Film finalindeki sorgu sahnesi dışında -ki en üst düzey askeri yetkililerin bir bando tarafından komünist enternasyonal marşı ile karşılanması gibi abartılı bir olayın ardından hangi dönem olursa olsun bundan farklı sahneler yaşanacağını düşünmüyoruz- hiçbir eleştirel öğe içermiyor. Hatta sorgu sırasında götürülen Abuzer'in, gözaltında ölüp ölmediği de belirsiz. Haydar parkta askerlerin kimlik kontrolü yapmasını eleştiriyor. Sıkıyönetim olmasa da, bugün de en azından otobüslerde bunu yaşamıyor muyuz? Polis yâda jandarma'yı hiç kimlik kontrolü yaparken görmediniz mi?

Cunta tabirinin kullanılmasının yanında bir kaç basit anekdot dışında 12 Eylül yönetimi eleştirilmiyor. Bunun yerine halkın hissettiği baskı teğet geçilerek, insanların bencilliği ve duyarsızlığı anlatılmış. O insanlar neden korkuyor bunu anlatmıyor film. Anladın sen deyip geçiyor çoğu detayda. Örneğin bir babam ve oğlum daha az siyasi bir film olmasına rağmen, nedensellik olarak çok daha sert ve açıktı.

Bizim fikrimiz filmin en büyük eksiği dönem filmi olma kaygısıyla çekilmiş olması. Üstüne üstlük yönetmenin bir röportajda "istesekte o kadar sert olamayız" gibi bir ifadesi var. Şöyle yorumladık biz bu sözü:

"Kahve yapacağım ama içenlerin uykusu kaçırmasın o yüzden kahveyi az koyayım, şeker ve sütü bol olsun." pekâlâ...

Ha... Abuzer, Gülendam’a tokat attıktan sonra öyle bir konuşma yapıyor, öyle bir "senin o halkın var ya senin o halkın..." diyor ki; işte o çaresizlik, o içtenlik yıkıyor dağıtıyor insanı. Kız onun ekmeği için her gün parçalanan parmaklara krem sürüyor ağlayarak. İşte bu sahneler filmi olması gerektiği gibi yapıyor. Sizi gevendelerin öyküsüne götürüyor, acıtıyor.

Bu sahnenin dışındaki tüm film güldürme, düşündürme ve hatta ağlatma yöntemi açısından her biri için ayrı "yine mi yaa" dedirtecek derecede sıkıcı.

* güldürmek için halkın cehaleti.
* düşündürmek için birkaç sorgu ve dayak sahnesi.
* ağlatmak için iyi çocuklardan birinin ölümü.

Bunu yazan tosun artık rejimde ama biraz saygı


Fındık ezmem dün bitti.Bugün de şimdilik kendi kafama göre rejim yapıyorum.İlerleyen günlerde gerekli testlerimi yaptırıp doktor kontrolünde devam edeceğim. Oturdum araştırdım,biraz da kendi kafama göre ve yılların verdiği diyet tecrübeme dayanarak bir liste yaptım kendime. Aha da bu.(Bu arada paylaşma için bilgisayarımda diyet listemi ararken yıldız teknik üniversitesinin proficiency sınavını buldum.nerden geldi bu?)
Günde 6 öğün yiyoruz.Bol su ve spor tabiki.
Kahvaltı:
Beyaz peynir,2 ince dilim kepek ekmeği,bir domates,salatalık ya da yağsız tost yapın yanına da meyve suyu ekleyin miis.
Ara Öğün:
Elma harici bir meyva,ya da light kraker yiyin ama pakedin hepsini değil,ne bileyim ayran için
Öğle yemeği
Bu soğuk havada sıcak sıcak çorba takılın,Yağsız tuzsuz ufak porsiyon tavuk ya da kırmızı et yiyin,yağsız salata,yoğurt falan.
Ara Öğün:
Süt için,5-6 tane fındık fıstık yiyin
Akşam Yemeği
Gene çorba efenim,sebze yemeği,salata,yoğurt devam
Ara Öğün
Süt iç

Makarna falan da yiyebilirsiniz ama yağsız,haşla ve ye. Bunların hepsi kendi kafama göre yaptığım şeyler. Napayım yani Sibel Can diyeti çıkmadı yakın zamanda.Hülya Avşar sözde zayıflamış,o göt nedir öyle ya.Göz var nizam var kardeşim,o popoyla sadece kilot giyip sahneye çıkılmaz bence.En azından ben yapmazdım.=D

Neyse efenim,bu rejimli halimle dışarı çıktım bugün ve her zamanki paratonerimle bütün aksilikleri çektim üstüme.Yüksek lisansa başvuracağım yerin bu dönem istediğim bölüme kontenjan açmaması,aynı gün üstüste 3 sınav koymaları ve sadece 1'ine girebiliyorum,muhasebecinin iş güzarlığı ve onun yüzünden bankada ödeme yapamamam,sonucunda gereksiz telefon görüşmeleri,risk alarak para yatırma.Sonum son değil yani benim.Ama hiiiiiç sinirlenmedim.Gülümseyerekten küfür ettim sadece,anlamadılar.Gülerekten puşt deyince 333 demiş kıvamı veriyor,deneyin görün.öptüm by.

4 Ocak 2011 Salı

Paranın uşağı olabilirim


İşsizim ama artık bu beni rahatsız etmiyor.En son gittiğim bir görüşmemi anlatayım istiyorum ki ders alın benim yaptığımı yapmayın.Gittiğim firma Fiba Holding.Çağırılan konumsa "uluslararası faktoring yetkilisi/yetkili yardımcısı". Danışman firma ile mülakata girdikten sonra onlar beni uygun bulursa bölüm müdürleriyle falan mülakata girecektim. O mülakat sürecinin yapmacıklığı beni benden alıyor,tarifi yok yani bunun.

Beylikdüzü'nden Beşiktaşa gittim. Üzerimde elbise,ayağımda 8 santimlik topuklu ayakkabı, arnavut taşlı sokakta adres arıyorum.Çİn işkencesi. Ee alışmamış g.tde don durmaz hesabı, kızın biri beni uyardı;"çantanız eteğinizi yukarı çekiyor." Bir baktım,asimetrik bir tarz yapmışım kendime.

Neyse buldum binayı,gittim oturdum,bekliyorum.Sonra bir kız çocuğu geldi odaya,beni o mulakata tabii tutacakmış. Ben topuklu ayakkabılarla 180cm yaklaşırken,o topuklu ayakkabılarla 150cm anca var. Tepeden bakmak çok bir duyguymuş. Bildiğin dev anası kıvamında selam çaktım. Abudik gubidik sorular."Neden faktoring,neden bu şirket,neden şu neden bu?" Nasıl bir hayagücüm varsa sallıyorum. Lan mal! şirketin ismini sen söyleyince öğrendim,gizli ilandı hatırlatırım.

Aslında herşey güzel gidiyordu. İş tanımını falan yaptı ve satış diyerek beni kalbimden vurdu. Geçen yıl okulda aldığım satış dersinin vizesini uygulamalı olarak yapmıştık.Kılık,kıyafet,çeşitli evraklar,zartlar zurtlar,tam teşekküllü bir satış elamanıydık herbirimiz. Ben de bir şirkete çalışanlarının motivasyonlarını arttıracak açık hava aktiviteleri satıyordum.Sordum;" çalışanlarınızın motivasyonlarını artırmak için ne gibi faaliyetleriniz var?". Cevap ise " Karaköy'e yolluyorum ben çalışanlarımı." "Oldu o zaaaamaaaan!".Sonra şirket müdürü kılığına girmiş Dilek Hocamın söylediği son sözse beni benden almıştı;"valla ablacım,sen bu etekle pikniğe git,tüm çalışanlarımız ardından gelir." Müşteri adam laf da edemiyorsun. Böyle şeyler gerçekten başa geliyor.Satışın bana göre olmadığını anladığım ilk olay bu.

İkincisi ise,sınıftan bir arkadaşım vardı.Adı Tolga.Babadan zengin.Ortadoğunun mu,Orta Asya'nın mı bilemedim en büyük kireç ocakları bunlara ait.Holding sahibi oğlum adam. Merkezi İzmir'de. İş hakkında konuştuğumuzda bana dedi ki;"İstanbul'daki ofisimizde herzaman açık bulunuyor,cv ni yolla,orda çalış." Kulağa hoş geliyor efenim. Dedim ne yapıcam ben orda."Benle aynı işi yapacaksın,ben Türkiye'yi geziyorum,bayi ziyaretleri ve satış yapıyorum.İlk zamanlar benimle beraber gelirsin,sonra ofiste kalıcı olarak durursun." Kulağa yine hoş geliyor ama bayideki adamlarla yemeğe çıkmalar,zart zurt aranmalar,Tolga'nın bana yaklaşımı pek hoş değil be hacı.Kestirip attım.

Dedim "satış mı?". Yüzüm düştü.Mülakat öyle bir havaya girdi ki,sanki ben artizim,kız da program sunucusu.Beni programına konuk olmam için ikna ediyor."Ama bakın,büyük bir firma,hem evinize de yakın,özel sağlık sigortası,servisi zartı zurtu var." Ben de;"Ben ters insanım,müşterilerden biri laf eder,bişey eder terslerim,keşke telefonda söyleseydiniz." Sonra biz sizi ararız tarzında konuşmalarla son buldu mülakatımız.

Bu arada küçük kız,madem mini etek giyiyorsun,altına ince çorap giy ve oturup kalkmana dikkat et.Hem selülitlerini gördüm hem de iç çamaşırının rengini.

Birkere de yine kodaman bir firmanın sigorta bölümüne gitmiştim görüşmeye.Ee haliyle yine satış.Doğrucu olmamak gerekiyor,millet yalan duymak istiyor."ben almayacağım bişeyin satışını yapamam"dedim ve beni aramadılar.

Ama artık akıllandım.Satış yapabilir misiniz derlerse; "ne diyosun,seni bile satarım."şeklinde cevaplar vericem. Kapitalist düzene ayak uydurucam,yapacak bişey yok.Hal ve hareketlerimi düzenleyip bir beyaz türk,bir elitist olmaya karar verdim. Satış da yaparım.Sonra işleri büyütüp dolandırıcı olurum bakarsın.Neden bir dişi Banker Kastelli olmayayım ki? Dilek Hocamda demişti; "Çok temiz bir yüzün var,dolandırıcı olabilirsin." Yakın çevreme sesleniyorum burdan; sizi dolandırmam ama yeni kişiliğimle şok edicem .Bittiniz yani.

3 Ocak 2011 Pazartesi

Dur! dedi polis


Ehliyet sınav sonuçları açıklanmış.İlk yardım 100, trafik ve motor 90.Yani geçtim. Hafta sonu büyük ihtimal direksiyon sınavı var. Direksiyon hocam kesin geçersin diyor. Ben de öyle düşünüyorum. Hiç mutevazi olamayacağım bu konuda.Şimdi araba kullanmayı öğrenirken hocamla beraber başımızdan geçen bir olayı anlatıcam.

Kendi halimde araba kullanırken polisin çevirme yaptığı alakasız bir yerde durdurulduk.Son derece güzel bir şekilde durdum.Polis camdan baktı,siz gidin dedi.Aman yaaa senin yüzünden hız kestim tarzında söylenirken arabayı kaldırmakta biraz geciktim.Poliste gereksiz yere sinirlendi."Küçücük arabayla koca yolu tıkadın,gitsene beeeeh"diye bariz gürledi.Tabi benim de önemli rahatsızlıklarımdan biri olan beynimden çeneme sus emri gitmemesi durumu burda da kendini gösterdi.Kaşla göz arasında camı açtım,tüm çingeneliğimle " görümüyor musunuz sürücü adayıyım ben,öyle ha deyince kaldıramam arabayı." dedim.Poliste kadın milletinin araba kullanması ile görüşlerini belirtirken ben arabayı kaldırmayı başardım.

Polis Beeey Polis Beeey! Kadın milleti çok güzel araba kullanıyor.Sen erkek milletine bak.Dönerken bile sinyal vermiyorlar.Onlar yüzünden boş yere yolda durup küfür yedim.Neyseee! ehliyeti alayım görüşücez.Sıkıştırıcam olum hepinizi!

Jiletli manyak



Dün gece çok fantastik bir rüya gördüm.Üzerinde biraz düşünüp kurgu yapsam,bir felsefe uydursam ve film çekilse bir testere,bir koleksiyoncu ne bileyim bir blade olabilir mesela.Elimden tutun derim.

Aklımda kaldığınca anlatayım.Efenim bir yerde geziyoruz ama kiminle gezdiğimi hatırlamıyorum,bir kaç saat sonra Pınarla buluşakmışım Kadıköy'de.Tıntın gezerken, böyle beyaz ağırlıklı bir oda,eşyalar falan dağılmış,belli ki bir arbede yaşanmış bir yerde gözlerimi açıyorum.Ama işi benle değildi ilk.Gözlerim hafif açık bakınıyorum.Sonra adam gitti,ben de dışarı çıkıp gitmek için hazırlanıyorum sanki misafirliğe gelmişim.Çıkış yolu bulamıyorum.En sevdiğim şeyi yani odayı karıştırmaya başlıyorum. Masanın çekmecelerini açıyorum.Aman yarabbi renk renk boyalar,kalemler,siteril "jiletler".Boyaları görünce saf saf "aaaa bu çizer heralde" diyorum.böyle boyaları çıkarıp kokluyorum falan. Hakkaten de çizermiş.Çok enteresan.

Rüyamın burası kopuk.Sonra polisler gelmiş,bizi dışarı çıkarıp bir banka oturtmuşlar.Solumda Lale var.Eve bir baktım,bildiğin köşk.Eve girip çıkıyorlar,telsiz sesleri geliyor falan.Ben de dedim ki;" bizimle ilgilenmiyorlar,ben Pınarla buluşucam,geç kaldım,hadi gidelim." Tam kalktık gidiyoruz üzerimize ateş etmeye başladı birisi hem de köşkten. Lale yere düştü.Vuruldu sandım.Feryat figan Lale'yi yerden kaldırdım.Yokuş aşşağı sanki yürüyüşe çıkmışız gibi sallana sallana iniyoruz.Elimizde çekirdeğimiz eksik sadece.

Kadıköy'e giden tek araba Efetur servisiymiş.Bindik.En arkaya önü boş olan yere denk geldim.Önümde kelimsi bir adam var.Döndü bu,eli yüzü de temiz.Anaaam Kevin Spacey ya bu. Elinde jilet var ama traş jileti değil,sanırım neşterimsi bişey.Çubuğun ucuna takılmış ufak bıçak ucu gibi bişey. Böyle suratıma,boynuma falan birkaç çizik attı.En son attığı çizikte dedi ki;" bu son darbemle yavaş yavaş öleceksin." Ben de "napıyon lan sen,senin gibi sapıklar yüzünden babam dışarı salmıyor." diyerekten elinden jileti aldım ve Kevin'ın suratına doğru salladım.En son darbemde şah damarına geldi,kan fışkırdı böyle. Sonra dedi ki;" ben seni acı çektirmeden öldürüyorum sen bana acı çektirtiyorsun." Dedim kader bro alnımızda ne yazarsa o olur.Bütün bunlar olurken biz hala serviste Kadıköy'e gidiyoruz ve bir Allahın kulu çıkıpta "ne yapıyorsunuz lan siz" demedi.

Sonra uyandım,üstüm açılmış.Bildiğin üşümüşüm.Sarındım tekrar uyudum.Bu arada katil Kevin Spacey.

2 Ocak 2011 Pazar

200 kilo olsam yine de beni beğenir misin sevgilim?


Herşey aşure gününün gelmesiyle patlak buldu.Tabak tabak aşure yedim,ardından abime gittim.Çocuk karnını abur cuburla doyurmaya alışmış.Yoldan çıkardı beni.Kolalar,kahveler,cipsler,pizzalar,çikolata,fındık fıstık.. Obez olma yolunda emin adımlarla ilerliyorum.Hamster için alınan fındıktan bile yedim.

Eve geldim,babam TMO'nun fındık ezmesinden almış.Babam şeker hastası,yiyemez,annem sevmez,kardeşim oralı olmaz.Bariz bana almış. Ben de kaşıkla daldım kavanoza. İkinci gün kavanozun dibini gördüm.Üstüne bir de kola içiyorum.Sonra kaşınmaya başlıyorum.Her tarafım pıtırcık oldu be ya.

Kıyafetlerim halen oluyor.Hatta uzun süredir görmeyen arkadaşlarım "aaa zayıfladın mı sen?" diyor ama yemezler.Sempati topluyorsunuz değil mi? Enteresan bir şekilde yüzüm küçüldü ama bel çevrem büyüyor.3 kilo aldım oluuum.Kilo aldığımı abim;" az ye, öküz kadar oldun." diyene kadar kabul etmiyorum tartı öyle dese bile.Ve evet,çokomel yerken dedi bunu bana.

Gerçi benim kemiklerim "iri".Makul olan en az kiloya insem bile olmaz.1.70 boy ve geniş omuzlarla genç irisiyim.

Aslında bilinçli olarak yaptığım bir hareket.Kendimde değişiklik yapmak istedim ve göbek bırakmaya karar verdim."Ayva" göbeğimi kabak göbeğine çeviriyorum.Saç baş boyamakla olmuyor bu işler.Kilo almış olmak saçın rengini değiştirmekten daha etkili.
Kamuoyu oylaması yapmak istiyorum.200 kilo olsam beni yine sever misiniz? Söz ağırlığımca altın istemiyeceğim.
Spora başlıyorum,ağzımı da dikiyorum ama önce fındık ezmem bitsin.

1 Ocak 2011 Cumartesi

yeni yıl


Yeni yıldan tek isteğin bahtsız bedevilik halimin makul seviyeye inmesi,başka da bir isteğim yok.Olağan üstü köpüklü kahvemi yudumlarken geçen yılın bilançolarını çıkardım kafamda,nerden nereye gelmişiz falan.Baya birşeyler olmuş aslında.Sıcağı sıcağına hissetmezsinya hani,üzerinden zaman geçmesi gerekiyor anlaman için.Düşündüm taşındım,ne pis kinciymişim arkadaş ben.Bildiğin gece yatmadan evvel dua ediyorum,"Allahım hakkımı helal etmiyorum,süründüklerini göster bana." şeklinde. Ama inanır mısın,devreler ters bağlanmış sanki,misler gibi yaşıyor bu kişiler.Ölmeyin sürünün,hatta ölme sürün.

Yeni yıla nasıl girersen öyle gider diye bir inanış varya hani -ki tutmadığını lise döneminde yeni yıla fizik çalışarak girdim ve yararı olmamasıyla kanıtlarım- dün facebookta Hasan bir ileti paylaşmış.Geç gördüğüme çok pişman olmuş.Demiş ki "
2011'e nasıl gireceğimi buldum; Duş alarak. Önce şu cenabetliği atalım bünyeden! 12'ye 10 kala duştayım." Keşke ben de yapsaydıııım. Belki bahtsız bedeviliğim giderdi.

Taksim'de yine elleme olayları olmuş. Çok enteresan hee, şimdi desem ki millet oraya o zaman kendini elletmeye gidiyor. Herkes bin tane laf sayar. Normal günde oraya gitsen en az 5 kişiden laf yiyorsun zaten,yıl başında neişin var aa yavrucum?Neyse işsizlere iş, parasızlara para,aşksızlara acısız aşk,herkese sağlık ve akıl fikir diliyorum.