31 Aralık 2010 Cuma

aç olan kızın dramı


Sabahın beş buçuğundan beri ayakta olan biri olarak, Kadıköy'ün nezih ortamlarından biri olan İş Bankası'nın karşısındaki Simit Sarayı'nda zaman kavramları beş dakikası kırkbeş dakikaya denk olan iki arkadaşımı bekliyorum. Sıkıntıdan ne yapacağımı bilemedim,bir de soğuk bildiğin ayaz,girdim aç karnına çay içtim. Her an ekrana kusabilirim.Susamlı simit yiyemem ben.Oturup milleti izliyorum ben de. Benim masam hariç bulunduğum katta yedi masa dolu. Altısında sevgililer oturuyor,liseli. Liselim. Hepsi el ele.İki ay sonra belki de birbirinize lanet ediyor olacaksınız,bu kadar samimiyete gerek yok bence.Diğerinde bir loser takımı oturuyor. Beş kişilik erkek grubu.Bunlar da liseli,beyaz gömlekleri,düğümleri göbeklerine inmiş gravatlarından belli. Saçları böyle apaçi tarzı dik dik olan bir oğlan çocuğumuz tuvaletten çıkan sevgilisine kırmızı gül verdi. Ben sana çiçek veremezsin demedim a çocuğum,adam olamazsın dedim.(Yazar burada kime laf sokmuştur?)

Tuvalete gittim. Bir kız diğerinin saçını yapıyor. Çantadan düzleştiriciyi çıkardı,beş dakikada yaptı valla. Saç düzleştirme konusunda sorun bende galiba. Benimki bir saatten fazla sürmekle beraber yanık kokuları da yayılıyor her yana.

Power Tv açık Sıla çalıyor.Acısa da öldürmez diyor.Bana böyle klişe kişisel gelişim laflarıyla gelmeyin be. Karnım aç,susadım ve üşüdüm ve bekletiliyorum.Tüm huysuzluğum bundan. Yoksa "insanlara" saygım sonsuz.Gıcıklaşıyorum muntazaman.(bunun başka versiyonu da vardı ya neyse bişey demiyorum.)Ulen bi gelin buraya ben sizin burnunuzdan getirmez miyim? Açım.

29 Aralık 2010 Çarşamba

terlik pazarı


Pazarlama üzerine ikinci makalem,bu diğerine nazaran hoş olmadı kanımca ama paylaşmak isterim.( Bu makale bir ödev için hazırlanmıştır, copy paste yapan arkadaşların dikkatine.)

İlk terlikler 1400 ‘lerde Avrupa’da giyilmeye başlanan topuksuz, yanları açık ayakkabılardı. 1900’ lere gelindiğinde Osmanlı saray mensupları da uzun topuklu terlikler, giymeye başlamıştı terlik satışları temmuz ve ağustos aylarında ortalama yüzde 20 artıyor. Türkiye’de terlik pazarının büyüklüğü, kayıtdışı üretim de dahil edildiğinde yaklaşık 470 milyon ABD dolarına ulaşıyor. Türkiye'de terlik pazarı son beş yıldır ciddi bir büyüme gösterdi. Reklamlara milyon dolarlık bütçeler ayrılıyor. İç pazardaki büyüme hızlı ancak tüketim düzeyi henüz gelişmiş pazarlarla kıyasalanabilecek düzeyde değil. Avrupa'da kişi başına yıllık 4 - 5 terlik düşüyor. Suudi Arabistan'da bu rakam, iklim koşulları ve alışkanlıklar nedeniyle yılda 10 - 12 çifte kadar çıkıyor. Ancak Türkiye'de 2 çifte bile ulaşmıyor. Terlik üreticileri 80 milyon çifti markalı yılda 150 milyon çift terlik üretiyorlar. Bu üretimin 50 milyon çifti ihraç ediliyor. 100 milyon çifti de iç piyasada satılıyor. Kayıtdışı üretim ile birlikte terlik pazarının büyüklüğü 400 milyon dolar.
Türkiye dünyada ikinci büyük ayakkabı ve terlik üretimi makine parkına sahip ülke, ayrıca dünyada altıncı büyük üretici. Ancak yetkililer kapasitede dünya ikincisi olan Türkiye'nin kapasitesinin ancak yüzde 40'ını kullandığını çünkü ihracat hacminin düşük olduğunu söylüyorlar. 1985 yılından beri terlik ihracatı yapan firmalar, üretimlerinin yarısını yurtdışına gönderiyor. Türk firmaların ürettiği terlikler Orta Doğu'dan Portekiz'e, Güney Afrika'dan ABD'ye ve hatta terlik sektöründe dünyanın en iyisi olarak bilinen İtalya'ya bile satılıyor.
Bazı firmaların ürünleri 'bavul ticareti' ile Avustralya'ya kadar ulaşırken bazıları da Rusya pazarında önemli paya sahipler. Firmalar talepleri daha iyi değerlendirebilmek için yurtdışında temsilcilikler açıyorlar.
İtalya ve Çin terlik ihracatında en önemli iki ülke. İtalya'nın 2 milyar dolarlık ihracatı var. Çin, yabancı pazarlarda Türk firmalarının en büyük rakibi. 10 milyar dolar civarında ihracatı var. Ancak Türk firmaları iki seçenek ile karşı karşıyalar: Çin'le rekabet edecek maliyetlere mi, yoksa İtalya ile rekabet edecek kaliteye mi ulaşılması doğru. Her firma bu iki seçeneğe göre yolunu belirlemeye çalışıyor.
Sektörün en büyük problemi 'merdivenaltı' denilen kayıtdışı üretim. Türkiye'deki terlik üretiminin yüzde 40'ının kayıtdışı gerçekleştiği belirtiliyor. Bu firmalar vergi vermedikleri, sigorta ödemedikleri için ucuz maliyetlerle piyasaya çıkıyorlar. Halkın alım gücünün düşüklüğü bu pazarı ayakta tutuyor.
Ayrıca eğitimsizlik ve firmaların kurumsallaşamaması da diğer sorunlar. Bu konuda oldukça duyarlı olan sektör firmaları İstanbul'da 2002 yılında açılan Ayakkabı Koleji'nin finansmanını kendileri sağlamışlar. (Milliyet Gazetesi,22/11/2003)
Sektörde özellikle 2001 yılında başlayan yoğun rekabet, bu yıl piyasaya Twigy'nin girmesi ile yeni bir boyut kazandı. Şirketlerin, Seda Sayan ve Sibel Can gibi ünlülerle yaptığı reklam rekabetine Twigy de katıldı.
Kayıtdışı üretim bir kenara bırakılırsa sektörün belli başlı yerli markaları arasında Polaris, Gezer, Muya, Ceyo var. Ceyo 2.5 milyon çift terlik üretim kapasitesine ulaştı. Türkiye'de 8 mağaza ve bin 200 cornerda satılıyor. Lübnan'da da altı mağazası var. Gezer'in kapasitesi 35 milyon çifte ulaşmış durumda. İç pazarda yüzde 30 paya sahip. 48 ülkeye ihracat yapıyor.
Muya, 52 ülkeye ihracat yapıyor. Yıllık 10 milyon çift terlik üretimi yapıyor, yüzde 60'ını ihraç ediyor. ABD ve Almanya'da kendi ofisleri, Rusya'da bir fabrikaları var.
Polaris, ana pazarı Rusya'da kriz olunca bot fabrikasında terlik üretimine (1999) başladı. 2002 yılında şirket 22 trilyon lira ciroya ulaştı. Yıllık üretim kapasitesi 3.5 milyon çift olan şirket 27 ülkeye ihracat yapıyor. . 2002 yılında 3 milyon dolarlık terlik ihracatı yapan Polaris'in bu yılki hedefi 10 milyon dolar.
Twigy markasının üretici firması Terteks Tekstil, 1989 yılından bu yana terlik ve ayakkabı ithalat ve dağıtımı alanında faaliyet gösteriyor. Barbie gibi dünyaca ünlü markaların Türkiye'deki dağıtımcısı olan Terteks firması De Fonseca ev ve moda grubu terliklerinin yetkili dağıtıcısı. Fenerbahçe, Beşiktaş ve Galatasaray kulüplerinin lisanslı terliklerini 'Twigy Taraftar' konseptiyle üretiyor.
Daha önceleri ayakkabı üreten şirketler, aynı zamanda terlik de üretiyordu. Bu da tasarımın göz ardı edilmesine neden oluyordu. Sadece terlik üretimi yapan şirketler ise ihracata yönelmiş durumdaydı. Ancak, yurtdışı pazarının daralmasıyla, Mü-Ya, Gezer gibi şirketler iç piyasaya girdi.

Sektörün ilk 4 markası Arow, Polaris, Gezer, Mü-Ya ve Ceyo dışında da çok sayıda üretici var. Ancak, marka üretim yapılmıyor. Sektörün toplam kapasitesi yılda 120 bin çift, hacminin ise 200-250 milyon dolar olduğu tahmin ediliyor.Son dönemlerdeki reklamların sektörü hareketlendirdiğine değinen Polaris terliklerinin üreticisi Ziylan Ayakkabı Genel Müdürü Mehmet Büyükekşi şöyle konuşuyor:

“Eskiden şirketler bu kadar reklam yapmazdı. Eskiden de varlardı. Ancak, ihracat yapılıyordu. İhracat performansı hala var. Özellikle fiyat segmenti ucuzolan ürünlerin daha büyük bir ihracat şansı bulunuyor. Sektörde büyüme yaşanacağını sanmıyorum. Kurulu kapasite Türkiye’nin ihtiyacının çok çok üstünde. Onun için ihracat yapılması lazım.(Capital,2002)
TERLİKTEKİ ŞİRKETLERİN ÖZEL YAPISI

Bundan üç beş yıl öncesine kadar ayakkabı imal eden şirketler, aynı zamanda terlik de üretiyordu. Her ne kadar bu alışkanlık hala sektörde devam etse de, artık sadece terlik üretimi yapan, terlik markasıyla ön planda olan şirketler var. Üstelik son zamanlarda bu şirketler arasında kıyasıya bir rekabet de yaşanıyor. Bir zamanların mütevazi şirketleri, şimdi büyük reklam kampanyalarıyla pazar paylarını artırma peşinde koşuyorlar. Gezer, Mü-Ya, Polaris ve Ceyo, ilk akla gelen şirketlerden...

Terlik pazarında iki ayrı oluşum olduğunu belirten Polaris markasının üreticisi Ziylan Ayakkabı Genel Müdürü Mehmet Büyükekşi şöyle devam ediyor:

“Genelde iki tür terlik üreticisi var. Üreticilerin çoğunluğu fiyatı düşük tutup, çok sayıda terlik imal ediyor. Biz ve bizim gibi birkaç şirket ise miktarı daha az ama kalitesi yüksek modaya uygun ürünleri tercih ediyor. Markaları olan şirketler daha önce ağırlıklı olarak ihracata çalışıyordu. Özellikle Rusya ve eski Doğu Bloku ülkeleri ihracatı pazarıydı. Bunlar yavaş yavaş iç piyasaya da yönelmeye başladılar.

Herkes pastadan bir pay alma yarışına girdi. 1990’larda yurtdışına ihracat yapılmaya başlanmıştı. Oralarda pazarın daralmasıyla birlikte tekrar Türkiye’ye dönüldü.”(Capital,2002)
GEZER

36 yıllık geçmişi var Gezer’in. Üç ayrı markada yılda 35 milyon çift terlik üretiyor. Reklam savaşına, orta gelir grubuna hitap eden ürünü Gezer’le girdi. Gezer, iç pazarın yüzde 30’unu elinde bulundurduğunu söylüyor. Ürünleri 45 ülkede satılıyor. Geçen yıl 17 milyon dolarlık ihracat yaptı. Gezer Terlikleri, arabesk starı Müslüm Gürses ile kendisi arasında bir paralellik kuruyor:
Ben de kendi kulvarımda tutarlıyım ve liderim, o da, diyor. Tabii bir amaç da kitlelerin dikkatini çekmek. Nitekim duruşu bile başlıbaşına olay kabul edilen Müslüm Baba reklamı gösterime girer girmez beklenen ilgiyi çekti. Ana reklamda önce bir televizyon görüyoruz. Müslüm Baba sırtı bize, yüzü orkestrasına dönük duruyor, belli ki prova yapıyor. Sonra darbukayı duyuyor, evdekileri görüyoruz. ‘Çok güzel, evet ne güzel’ diyorlar. Ekranda Müslüm Gürses beliriyor. ‘O sizin güzelliğiniz’ diyor. Spotlar halinde hazırlanan kısa reklamlarda ise mikrofon başına geçip önce ‘Achtung! Attention please!’ deyip dikkatimizi çektikten sonra ‘Ablalar gezer, abiler gezer’ ya da ‘Bebeler gezeer çocuklar gezer’ veya ‘Amcalar gezeer teyzeler gezeer’ diyor... Reklamın bütçesi 1 milyon dolar.

POLARİS

35 yıllık Ziylan Grubu, Polaris reklamlarının başarısı üzerine geçen yıl 100 milyon dolar ciro yaptı. Bu yıl hedef 120 milyon dolar. İtalya’da dört tasarımcı tarafından hazırlanıp, Türkiye’de iki tasarımcının elinde son şeklini alan terlikler B ve C gelir gruplarına hitap ediyor. Ziylan Grubu, markalı terlik pazarının yüzde 50’sine sahip olduğunu, geçen yıl Türkiye’de 5 milyon, yurtdışında 1.2 milyon terlik sattığını söylüyor.

Sibel Can’la başladı ancak patlamayı Seda Sayan’ın yer aldığı reklamlarla yaptı. Herkesin ablası, bacısı, kardeşi Seda Sayan, bu yıl yanına Metin Şentürk’ü de alıp yine ‘Terlikler Polaris, Tebrikler Polaris’ şarkısını söyleyecek.

Seda Sayan bir tüketici araştırması sonucu seçildi. Firma Seda Sayan’ın çok sevildiğini ve markanın bu sayede kitlelere ulaştığını düşünüyor. Kampanya sayesinde Polaris, Adrank hatırlanma / beğenilme araştırmasında 2003’ün en beğenilen 10 markası arasında 8’inci oldu. Bu yıl reklama Metin Şentürk katıldı. Şentürk, yine geniş kesimlerce sevilmesi, pozitif imajı ve Seda Sayan’a yakınlığı nedeniyle tercih edildi. 6 filmden oluşan yeni kampanya Sayan ve Şentürk’ün içten diyalogları üzerine kurulu.

TWİGY

Ünlü terlik markalarının ithalatçısı Terteks A.Ş. kendi ürünü Twigy’yi yeni sezonda ‘Bu Terlik, Tam Benlik’ sloganıyla sunuyor. Twigy Taraftar serisinde her yaş grubuna göre dört büyük futbol takımının renk ve simgelerini taşıyan ürünler bulunuyor. Modellerden biri Ferrari’nin tasarımlarını hazırlayan Pininfarina Enstitüsü’nden çıkma. Geçen yıl Türkiye’de 3 milyon terlik sattı, üç ülkeye ihracat yapıyor.

‘Bu Terlik Tam Benlik’ sloganıyla hazırlanan reklamda ünlü oyuncu yok. Filmde sokak satıcıları, karnaval kızları, plajda kumdan şekiller yapıp para kazanan adam gibi sıradan insanlar kullanılıyor.

Amaç dikkati ünlü birine değil, doğrudan ürüne yöneltmek. Kış reklamlarında terlik desenleri ön plana çıkarıldı. Avcı terliği avcı kıyafeti giyen kamyon şoförüyle, leopar desenli terlik leopar makyajlı kızla ekrana yansıtıldı. Yaz reklamlarında renklilik Rio Karnavalı’yla vurgulanıyor.Twigy’nin yeni modeli ise sinema tarihinin unutulmayan kötü adamlarından birisi olan Nuri Alço’nun vazgeçilmez sözleri olan ” Bana Abi Deme, Açılırsın İç Yavrum ” gibi pek çok sözü kullanılarak terliklere dese olarak kullanılmasıyla çıktı.Bu ürünün üniversite öğrencileri tarafından ilgi gösterileceği düşünülüyor.

MUYA

B ve C yani orta ve ortanın altındaki gelir gruplarını hedef alan firma 67 ülkeye terlik ihraç ediyor. Geçen yıl ihracatıyla İTKİB (İstanbul Tekstil ve Konfeksiyon İhracatçı Birlikleri) ödülü aldı. Muya, daha üst gelir grupları için Studio Blu adlı yeni bir koleksiyon hazırladı.

Reklama Tülin Şahin’in oynadığı bir filmle başlayan Muya, geçen yıl rakip firma reklamlarındaki Seda Sayan’ın karşısına Gülben Ergen’i çıkarmıştı. Ama bundan memnun kalmadı. Okan Bayülgen ve Erkan Taşdöğen’in oynadığı eleman tiplemelerini yayına soktu. Deniz Akkaya ile de çalışılmıştır.
Muya’nın reklamcısı Hülya Bal, ünlülerin araştırmalar sonucu belirlendiğini söylüyor. Okan Bayülgen büyük kadın hayran kitlesi olduğu için seçilmiş. Bu görevi Deniz Akkaya devraldı. Aya İrini’de çekilen film modern bir Külkedisi masalı. Elinde terlik Külkedisi’ni arayan prens tam aradığını bulmuşken bir cadıyla burun buruna geliyor. Hülya Bal, Deniz Akkaya’nın modelliğini yaptığı terliğin yok sattığını iddia ediyor.

ARROW

18 yıllık Pames A.Ş. terlik piyasasında İtalyan tasarımcıların elinden çıkan Arrow markasıyla faaliyet gösteriyor. Üretimin yüzde 20’si ihracata yönelik. 10 ülkeye Arrow markalı terlikler satılıyor.

Arrow reklam kampanyasının stratejisi markayı yapılandırmak ve farklılaştırmak. ‘Tek benzeri, öteki teki’ sloganıyla yürütülen reklam kampanyası için manken Aysun Kayacı seçildi. Markanın hatırlanabileceği, ürün özelliklerini vurgulayan, gülümseten bir reklam filmiyle başlandı. Darmadağınık, neredeyse bomboş bir evde ağlamaklı bir delikanlı yere uzanmış, hemen önündeki Arrow’a bakmakta, belli ki terk edilmenin acısını yaşamaktadır. Tam o sırada kapı açılır ve... Karşısında sevgilisi, yani Aysun Kayacı belirir. Geri mi dönmüştür, yoksa evdeki son eşyası olan Arrow’u almaya mı gelmiştir? Cevabı seyirciye aittir.

CEYO

Ceyo, Türkiye’nin eski terlik üreticilerinden biri. Marka 40 yıldır faaliyet gösteriyor. Genel Müdür Naki Kolsuz’un verdiği bilgiye göre yılda 2.5 milyon terlik üretiyor, iç pazarın yanısıra 17 ülkeye ihracat yapıyor. Geçen yıl 1. 5 milyon çift iç pazarda, 400 bin çift yurtdışında satılmış.
Firma geçtiğimiz yıllarda Ceyo ürünlerini, Çocuklar Duymasın dizisinin iki ünlü karakteri Selami ve Gönül tanıtmıştı.

and the wedding ring goes to...


Efenim,erkeklerin genel problemi en malından en enteline kadar kendilerini çok matah,her kız onlarla evlenmek istiyor sanmaları. Bu konu hakkında kıran kırana tartışırım,yalansa yalan diyin sıkıyorsa. Yoldan çevir sor,hepsinin bağlanma problemi vardır.Yemezler artık sadece bu yönde çalışan carpe diem ayaklarını.Ama birazdan ibretlik bir paylaşım yapacağım. Bundan sonra elinde doktor teşhisi ile gelmeyenlere hıı hıı evet diyerekten sallamama hareketi yapacağım.

Daha önce de arkadaş tasvirlerimden hatırlayacağınız gibi hikayemin kahramanı Anıl Şarkoğlu(bkz: Dağ,bayır,çayır,çimen).İllaki yapılan her sohbet bir noktada kadın-erkek ilişkilerine geliyor.Anıl'da anlatıyor;" olmuyor,bağlanamıyorum,bir noktadan sonra sıkılıyorum,neden yokken sıkıldım ayrılalım diyip başkasını buluyorum" anlamına gelen cümleler kuruyor"DU". Birkaç eski kız arkadaşından bahsetti(detaay vermiyim).Ve evet inandım.Tipine,tarzına bakıyorsun.Bu tarz tanıdığın kişilerle kıyaslıyorsun.Çok normal geliyor anlattıkları.Adam özgür çocuk yahuu.Oraya giderim,burdan gelirim,hesap vermem tarzında."Nereye gidiyorsun?" soruma verdiği cevap şu;"Ben yol beni nereye götürürse diye çıkıyorum, 1 hurc dağ malzemem, bir küçük çantada günlük kıyafetlerim var. O şekilde bu akşam yola çıkıyorum bir arkadaşımla beraber. Bakalım neler yapıcaz. O 5 gün kalacak, sonra yalnızım. Arada birileriyle takılıcam. Ben 2 hafta diyorum ama bakarsın 10 gün sürer, bakarsın 1 ay.:D". Böyle bir kişilik yani.

Geçen yıl Taksim'de buluştuğumuzda diyaloğumuz şuydu;
Anıl:Naber Derya,napıyosun? Aaaa zayıfladın mı sen?
Ben:İyi valla nolsun,aynı.Bilakis kilo aldım.
Anıl:Ben de iyiyim.Evlenmeyi düşünüyorum ben.
Ben:???? hmmm ok.

Telefonun ekranına sevdiceğinin fotoğrafını koymuş,facebookta ilişki durumunu belirtmiş,albüm yapmış,üstelik adını prenses koymuş."Seviyorum uleeeen!"diyerekten dolaşıyor ortalarda.Ve hakket evleniyor.Sevdiceği Emine'ye sormak istiyorum "taktiğin nedir,içeceğine bişey mi katıyorsun,bu işin sırrı ne yaa?".

Yaa sayın Şarkoğlu ne demiş atalar, "büyük lokma ye büyük söz konuşma". Hani nerde o özgür çocuk,hesap veriyorsun değil mi Emine'ye? Kılıbık mı oldun sen? Yaa işte insan ne oldum değil ne olucam demeliymiş değil mi. Haaaahaaaaayt.Düğünü çalgılı çengili yapın da yeni keşfettiğim içimdeki ankaralıyı paylaşayım sizinle. Mutluluğunuz baki olsun bro.

PS: bence çok ibretlik bir paylaşım oldu,elime yüreğime sağlık.bu arada ben fotoğraftaki yüzüğü çok beğendim,olur da almak isteyenler çıkar,işaret çakayım istedim.

27 Aralık 2010 Pazartesi

Bambaşka bir gün


Bugün okuldan çıkışımı aldım.Artık hiçbir bağlantım kalmadı.Final haftasıymış,milletin elinde ders notları hem söylenip hem ders çalışıyorlar.Asla özlememişim. Sevdiklerimi gördüm,karşılaşmak istemediklerimle de karşılaştım.Nasip kısmet, hiç böyle hayal etmemiştim.Elimde kağıt parçaları çıktım gittim.

Melike'yi aradım."Yolda bir kız gördüm,aynı sana benziyordu arayayım" dedim ona. Evde olduğunu öğrenince de evine gittim.Süpriiiiiz, ben geldim.Konuştuk ettik,hatta çenem düştü,konudan konuya atladım.Sonra çay bahçesine gittim,ulen her yer mi değişir bee? Değişmiş.Anılar, iyi kötü hepsi. Rektörlüğün önüne bir tane simit arabası koymuşlar. Bizim okulda böyle birşey olcak, İstek A.Ş. buna izin verecek? Şaşırdım.Gerçekse çok komik,şakaysa hiç komik değil.Bir de simit 1 lira 25 kuruş. Ohaa bee. Simitçiye gidip dedim ki;" Abi,sen sivil polis misin?".Adam şaşırdı,tükürüğü genzine kaçtı galiba gıcık geldi. Ben de kaçtım nolur nolmaz.

Araba maceramı anlatmazsam bugünüm eksik geçer. Pınar ve Merve geldi. Onlar Mecidiyeköy'e giderken beni de metrobüse bırakacaklardı sözde. Optimuma kadar geldik.Ordan Sema ve Kıvılcım'ı alacaktık. Onları alırken yemek yedik,bir kaç makyajlık malzeme aldık. Sonra yola çıktık,o ne yol arkadaş yaa? Milim milim gidiyor.Mecidiyeköy sapağını kaçırıp Çağlayan'dan dolaştık ama milim milim.Araba da bir ara isyan etti,bilmediğimiz bir işareti yanıp söndü, bağırdı falan.Neyse ki sustu. Sonra Mecidiyeköy'de akan trafikte indim,metrobüse doğru koşar adımlarla gittim. Merve arabanın radyosunu rahat bırak. =)

Çok enteresan birgündü.Ama gördüğüme sevindim.

24 Aralık 2010 Cuma

babam kızdı


Bugün babam bana kızdı. Ama çok moralim bozuldu,ben de anneme söylendim. Sonra annem de babamı aradı "ne kızıyorsun kıza?" diye babama kızdı.

Babam beni aramış bilmem kaç defa. Ben de duymadım ya da hissetmedim. 5 yıldır telefonumun sesini duyan yok,titreşimde kullanıyorum. Sanırım psikolojik, telefonumun sesini duyunca böyle bir göğsüm sıkışıyor,kalbim ağrıyor,daralıyorum falan.Ben de kıstım sesini gitti. Gerçi sesi açık olsa da çok verimli kullandığımı söyleyemeyeceğim. Atıyorum bir tarafa, ayrı ayrı takılıyoruz. Hatta bazen öyle bir bırakıyorum ki, bir kaç gün birbirimizi görmüyoruz bile. Şarjı bitmiş bir şekilde buluyorum kendisini. O yüzden bana telefonla ulaşmaya çalışmayın,mail atın,daha kısa sürede dönüş yaparım. Yaptığım iş başvurularında bile belirtiyorum bunu. Ama ısrarla anlamıyorlar.

Neyse ben telefonu açmadım diye babam bana kızdı. Sağırsan doktora falan götüreyim dedi, ben de lüzumu yok dedim. Klasiktir, " ya acil birşey olsa,düşsem,ölsem nasıl ulaşacağım ben sana?" dedi. Ben de "annemi ara" dedim. Ve yine kızdı. "O telefonu götünde mi gezdirirsin boynuna mı asarsın ben bilmem, ilk çaldırdığımda açacaksın"dedi. Anlamadığım şey de şu; telefonu elimden düşürmesem, nereye gitsem yanımda götürsem bu sefer de diyecek ki; "senin telefonla ne işin var,artiz misin, iş adamı mısın?". Nedir bu ya, orta yolu yok mu bu işin? Cevap verince de "senin babanın ağzına s.çim, yetiştirdiği evlat bu kadar olur." diyor. Bayılazaaaaam.

22 Aralık 2010 Çarşamba

disleksi


kardeşime disleksi teşhisi konuldu. insanoğlu olarak bazı şeyler g.tümüze girince yüzümüzü o tarafa çeviriyoruz.
1988 yılında, abd ulusal öğrenme bozukluğu birleşik komitesinin (njcld) yayınladığı tanıma göre; "öğrenme bozukluğu genel bir terimdir ve dinleme, konuşma, okuma, akıl yürütme ile matematik yeteneklerinin kazanılmasında ve kullanılmasında önemli güçlüklerle kendini gösteren, heterojen bir bozukluk grubudur." okuma sorunları için disleksi (dyslexia), yazı sorunları için disgrafi (disgraphia), matematik sorunları için diskalkuli (dyscalculia) terimleri kullanılır. ilk bulgular, 1896 yılında bir ingiliz doktor olan w. pringle morgan tarafından elde edilmiştir.

ilk başlarda disleksinin görme sistemiyle ilgili olduğu düşünülmüş; çünkü disleksinin en belirgin özelliklerinden biri, harflerin ve kelimelerin karıştırılması ve tersten algılanmasıdır. bu inanışla, disleksiyle baş etmek için göz eğitimleri yaptırılmış fakat bunların bir ilerleme sağlamadığı anlaşılmış. bunun üzerine yapılan çalışmalarda, disleksinin görmeyle ilgili bir bozukluk olmayıp, dil sistemiyle ilgili bir aksaklık olduğuna dair bulgular elde edilmiş. bu bulgular, neden zeka düzeyi yüksek bazı insanların okumayı öğrenmede ve dille ilişkili bazı işleri yapmada zorluk çektiklerini de açıklar. günümüzde disleksi bir hastalık değil, beynin işleyişiyle ilgili farklılıklardan ötürü meydana gelen bir aksaklık olarak kabul edilmeye başlanmıştir.

liberman’a göre konuşma doğal olarak gelişir fakat okuma bir buluştur ve öğrenilir. işte bu öğretim sırasında disleksili çocuklar beyin işleyişlerindeki aksaklığın kurbanı olurlar. nasıl mı? alfabeyi öğrenmede zorluk çekme, harf yönlerini ve şekillerini karıştırma, ses ve heceleri birleştirmede zorlanma, harflerin ya da hecelerin yerini değiştirme, yeni kelimeleri öğrenmede zorluk çekme, aşırı heceleme, hızlı okuyamama, okurken satır veya kelime atlama gibi. bunlar okumayı ilk öğrenmeye başladıkları zaman üstesinden gelmek zorunda kaldıkları sorunlar. sadece bu kadar mı?* yazılanları kopyalamada zorlanma, yön tayininde güçlükler yaşama, uzaklık ve derinlik algılamasında sorunlar, dün, bugün ve yarın gibi zaman kavramlarını sıralamada güçlük, görsel mekansal analiz yapamama problemleri de vardır. hayatları boyunca bu zorluklarla savaş halinde olacaklar…

peki, sadece akademik sorunlar mı yaratır disleksi? maalesef çok daha fazlası... disleksi genelde ilköğretim 1’de fark edilir. tanı konulana dek, dislektik çocuklar en sık yargılanan, eleştirilen ve suçlanan çocuklardır. okul başarısının düşüklüğünden ötürü tembel, dağınıklığından ötürü savruk, sağ-sol kavramlarını karıştırmasından ötürü aptal, harfleri karıştırması nedeniyle dikkatsiz gibi yaftalar yapıştırıldığı için çocuğun üzerinde oldukça ağır bir yük vardır. üstelik gelişimsel koordinasyon bozukluğundan ötürü, kaslarını tam olarak kontrol edemeyen sakarlık abidesinin sosyal hayatı bu halinden oldukça etkilenir. “ne de olsa düşüp duruyor. bizim takımda oynamasın!” denerek oyun gruplarına alınmaz. arkadaşları, kırmasından korkarak oyuncaklarını paylaşmak istemezler. çeşitli organizasyonlardan uzak tutulur. evde anne-babası devamlı olarak onu etraftan sakınırlar. aile ve öğretmen, problemin disleksiden kaynaklandığını anlayana dek çocuğa yüklenir; ki tanıdan sonra bile yüklenilir. üstelik doğru tanı oranı %6,6 olarak geçer! peki çocuk n’apar? dışlanma ve ayrımdan ötürü kendine güveni oldukça zedelenen çocuk, içten içe öfke duymaya başlar. bu da etrafındaki kişi ve eşyalara daha çok zarar verme, saldırganlık ve hırçınlık olarak dışa vurur. neden başarılı olamadığını anlayamaz; öz güvenini zedelenir, benlik saygısı azalır.diğerlerinden farkı, kendisini anormal ve garip hissettirir. bu da toplumdan kaçınmasına, giderek asosyalleşmesine neden olur. okula gitmek istemez. aileden uzaklaşır… aslında arkadaşlarının kendisi ile ilgili acımasız eleştiriler yapmasından, öğretmeninin azarlamasından ve ailesinin baskısından kaçınmaya çalışır. çocuk hayattan soğuyup, içe kapanık davranışlar sergilemeye başlar.

zekâsından kuşku duyulduğu için, normal hatta üstün zekâsına ve yeteneklerine rağmen başarabileceği konulardan uzak durur. konsantrasyon ve dikkat bozukluğu yaşayabilirler. bu yüzden başladıkları işleri yarım bırakma eğilimi gösterebilirler. bkz: leonardo da vinci

disleksi, konuşmasına da yansıdıysa işi iyice zorlaşır! konuşma bozukluğundan ötürü derdini anlatmada ve düşündüklerini ifade etmekte zorlanacaktır. saçmalama veya boş konuşma olarak görüneceği için, insanlar dislektik çocuğu uzun süre dinlemez. bu da çocuğu fazlasıyla etkiler. kendini ifade edememenin hırçınlığı, kimsenin ciddiyetle kendisini dinlemediği ve anlamadığı düşüncesiyle birleşerek çocuğu bunalıma sürükleyebilir.

disleksi nasıl ortaya çıkıyor diyorsanız; disleksi kalıtımsal olabilir. bunun yanı sıra doğum öncesi-sonrası komplikasyonlar yüzünden de ortaya çıkabilmektedir. yetersiz ve dengesiz beslenme, gebelik sırasında geçirilen enfeksiyonlar, bilinçsiz ilaç kullanımı, uzun ve zor doğum, plesenta anomalileri disleksiye sebep olabilir.

bu çocuklara safra kesesi muamelesi yapan dangalaklar yüzünden, parlak zekalı pek çok insan heba oluyor! yıldız gibi kayıp gidiyorlar hayattan...

20 Aralık 2010 Pazartesi

the motions


This might hurt
It’s not safe
But I know that I’ve gotta make a change
I don’t care
If I break
At least I’ll be feeling something
‘Cause just ok
Is not enough
Help me fight through the nothingness of life

I don’t wanna go through the motions
I don’t wanna go one more day
Without Your all consuming passion inside of me
I don’t wanna spend my whole life asking
What if I had given everything?
Instead of going through the motions

No regrets
Not this time
I’m gonna let my heart defeat my mind
Let Your love
Make me whole
I think I’m finally feeling something

Take me all the way
Take me all the way
Take me all the way

http://www.youtube.com/watch?v=qaHmiFaX_pk

18 Aralık 2010 Cumartesi

Dağ,bayır,çayır,çimen


Arkadaş serimden devam ediyorum.
Anıl Şarkoğlu,facebook'taki arkadaşlık talebime karşılık "pardon,tanışıyor muyuz?" tarzında mesaj atarak arkadaşlığımızın ilk adımlarını atmış olduk. Yıl 2008 sanırım, Arı Hareketi'nde GençNet projesi için gönüllü çalışıyorum. Ve yapılacak projeler için katılımcıları yönlendirecek ilgili kişiler lazımdı. Konuyla alakalı olarak internette çeşitlli sayfalardan çeşitli isimler bulup bir şekilde iletişime geçtim. Anıl'da onlardan biri. Attığım maile karşılık vermeyince faceden buldum ekledim valla. Bu proje boyunca tanıştığım kişilerle arkadaşlıklarım hepsi bu şekil sonlanmadı tabi ki. 2 gün boyunca kaçtığım kişiler de oldu.

Anıl,bir dağcı, bir eğitmen,bir mühendis. Detaylı bilgi için bkz: http://www.anilsarkoglu.com.tr/

Sitenin çok da hoş bir müziği varmış. Eğer olurda, kollarımı iki yana açıp,çığlık atarak dağlara koşmak istiyorum derseniz iletişime geçin derim. YTÜDAK'ın aktif çalışanlarından. Gerçi 2 yıldır beni Ballıkayalara götürecek ama, nerdeeee. En son görüşmemizde bunu sana farklı tarzlarda söylemek için boy boy laflar hazırlamıştım ama sen çok derin mevzular açtın, unuttum yaaa. Çok büyük pişmanlık duyuyorm şu an.


Adrenalin'de çalışıyordu. Hatta arkadaşlarım arasında çok meşhur olan, beni sebil olarak görmelerini sağlayan Marmot mataramı bana hediye etti. Arkadaşlarımın çoğuna dert yanmaktan hoşlanmıyorum ama çaktırmadan anlattım,çaktırmadan dinledi,yönlendirdi. Gerçi bir yerlere tırmanışlara gittiğinde rahatsız olmuyor değilim ama fesat bir rahatsızlık değil. Yanımdan biri 2 adımlık yolu gittiğinde tembih ediyorum,"varınca beni ara, yolda kimseye bulaşma,yabancılardan biri bişey verirse salak gibi alıp yeme" tarzında. Benimki de böyle bir rahatsızlık. Hatta sene 2008 ya da 2009 bilemiyorum, neresi olduğunu da hatırlamıyorum. Bir yerde kamp yapanlara mı,yürüyüş yapanları bilemedim üzerlerine çığ düşmüştü. Anıl'da bir yerde kamptaydı ve hemen mesaj attığımı hatırlıyorum "sağlam mısınız?" diye. Tanıdığım kimse ölmesin istiyorum, ne var yani bunda? Gönül isterdi ki tırmanışlarından bahsedeyim ama bana ne kadar anlatsa,izah etse,şuraya buraya gittim dese,benim bildiğim bir uludağ,bir Palandöken,bir Baba Dağı, bir Allahuekber Dağları,bir Toroslar,bir de Hasan Dağı olduğu için pek aklımdan tutabileceğimi sanmıyorum.Coğrafyam çok kıt ya.


Ama biliyor musun, seninle sohbet etmek gerçekten çok hoş. Vurucu noktayı hep sona saklıyorsun,ne olmuş yani senin kilona yakınsam, obezlik yolunda adım adım ilerliyorsam? Ben bir kader kurbanıyım bu konuda. Kopmamak dileğiyle..


14 Aralık 2010 Salı

dosttuk biz.


Eski dostlarla dosdoğru dost olunur geçmişte. O seni anlar sen onu... Hiç konuşmadan, tek sözcük dahi tüketmeden, bir sonbahar vakti demliklerce zehir gibi çaylar içilir birlikte. Sonbahar birlikte koklanir hiç konuşmadan ve içilen demlerin yoğunlugu kadar ağir yaşamlar paylaiilir o sessizlik ve tarifsiz zaman dilimlerinde.

Yol arkadaşi olunur, yoldaş olunur eski dostlarla. Barikatlarda yanyana dövüşülür. En mahrem mektupların çekincesizce emanet edileceği tek kişidir o.

... ve gözyaşı dökülecekse aranılan omuzdur onunki. Ne var ki heryerde, kalabalıkların ortasında kandan gözyası dökülür ama o omuza bir göz sürmek korkutur insanı kimi zaman. O ağladığını görmemelidir. Ağladığını görmesini istemediğini de bilmelidir; ve bilir. Adını nasıl biliyorsa öyle bilir.

En güzel günaydınlar onadır. En tahakkûmsüz başkaldırılar ona karşıdır. Onlar eski dostlardır. Komsu camını kırdığında adı asla verilmeyecek kişilerdir onlar.

Onlar hep güzeldir. Saçı başı özlenir. Yıllar geçer, anılar ağır çekimde batar gözlere. Bir tane de fotoğrafı yoktur. Ve hiç olmamıştır da ne garip. Nasıl olur bilinmez bir vakit gelir onlara eski dost denir meclislerde adı geçince.

'eski' olsalar da dost sözcüğünü hep haketmişlerdir.

Dost, arkadaş gibi değildir. Daha bir paylaşılır onunla, daha bir anlamlıdır her şey. Çok sağlamdır aradaki ilişki ve ayrılık düşmüşse araya o da sağlam bir kavgadandır; çünkü basit şeyler değildir dostluğu bitiren, sınırlarınızı aşmış bir şeydir aranıza giren, işte bundandır ayrılık. sonra büyürsün ve sınırların genişler, öncesinde arayı açmanıza sebeb olan nedenlerle başa çıkabilirsiniz bir süre sonra. İşte o zaman hüzün yayılır içine, bu sebeble miydi ayrılığımız, kırgınlığımız dersin.Kabullenmezsin, doğrusuda budur. Eski dost gelir aklına, bütün o hatıralarla beraber çıkagelir, artık kaçmazsın, durdurmazsın, yan çizmezsin, dost a teslim olursun, direnen gururunu ezer geçersin, en güzeli de budur gururu ezmenin, gurur ezilmeye ses etmez, bilir ki dost tekrar onu ayağa kaldıracaktır. Bilir ki eski dost düşman olmaz. Bir yerlerden kopan mazi, şimdiye bağlanır ve dost ile geleceğe yol alır.Dost, tekrar denemeyi en çok hak edendir.

iki kişi iki kıyıda karşılıklı
bakışları gölgeli ince bir hüzünle
aynı rakıyla dumanlı dillerinde aynı şarkı
kim inanır ki düşman olduklarına

memleket aşkının ne dili var ne dini
doğmaya gör o anda yakar yüreğini
komşu olmak bundan böyle yazılmışken alnımıza
gel de ağlama şu düşman halimize

13 Aralık 2010 Pazartesi

Böyle,birine Merdo türküsünü söyliyesim var içli bir şekilde. Tuhaf bir his.Bir daha o ilacı kullanmayacağım, çok duygusal yapıyor beni..

Aşık Mahzuni Şerif, kaçan ve geri dönmemesini tembihlediği halde dönüp, pusuda vurulan arkadaşı Merdo için yazdığı bir ağıt.

sana bir gün olsun
gülmedi hayat
kaderi berbat merdo merdo
burası gurbet, burası gurbet

gelme demedim mi merdo
dönme demedim mi
vururlar seni merdo merdo
söylemedim mi söylemedim mi

köprünün başında merdo
pusu kurarlar
seni ararlar merdo merdo
izin sorarlar, seni kırarlar

gelme demedim mi merdo
dönme demedim mi
vururlar seni merdo merdo
söylemedim mi, söylemedim mi

mahzuni yandı sana merdo
bitti baharım
bahar aylarım merdo merdo
soldu dağlarım, yeşil bağlarım

gelme demedim mi merdo
dönme demedim mi
vururlar seni merdo merdo
söylemedim mi, söylemedim mi

http://www.dailymotion.com/video/xiyyp_edip-akbayram-merdo-live_music

11 Aralık 2010 Cumartesi

özlemek sevmekten gelir.


Aaaaah bilebilirmiydim sizi bu kadar özleyeceğimi?

Burcu benim oda arkadaşımdı. 3 yıl mı kaldık len beraber? 2005 yılı, okul başlamak üzere.Tam tarih vereyim de oha diyin. 7 Ekim 2005. Yurda yerleşmek için kampüse geldik,annem,ben, abim,kardeşim. Kayıt için yurt binasına girdiğimizde bizden önce bir aile daha giriyordu. Kızın biri hemen form doldurmaya başlamıştı.Dedim ben de geldim,ne yapmam gerekiyor? Bana da form verdiler, kadın soru sormaya başladı diğer kıza. Dedi " sigara içiyor musun?". "Hayır" dedi. Bana sordu içiyor muyum diye, hayır dedim. O zaman siz neden oda arkadaşı olmuyorsunuz gibisinden bişeyler dedi. Bizde bakıştık,süzdük birbirimizi. Başka çare yok,iyi dedik. Anahtar seçti bu kız. Allahım yok böyle bir oda. Penceresi duvara bakıyor,tabut gibi,ufacık,bildiğin kıç kadar. İkimizde olamaz tribine girdik.Sonra bu kızın babası Çetin Amca halimizi gördü,acıdı,hemen odada tespit yaptı. Dedi "ben inşaat mühendisiyim,odanın duvarında çatlak var, hasarlı, olmaz." Bizde hemen "evet, evet olmaz."dedik. Tekrar anahtar seçtik ve yapımı o zamanlar devam eden 8 katlı binanın- eksili katları saymıyorum- 7. katından dağa bakan bir odasını denk getirdik. Asansör çalışmıyor. 7 kat o eşyaları tabir caizse sıça sıça çıkardık. Tam böyle "tamam,eşyaları çıkarttık,siz gidin" dedik ki, çaaat diye odanın kapısı açıldı ve usta girdi. Bunu gören ailelerimiz bizi o gün orda bırakmamaya karar verdiler. Burcu ile böyle tanıştık,kaynaştık,sevdik birbirimizi. =)


Aycan ise,hazırlıktan ortak bir arkadaşımızın girişimi ile tanıştık. Sonra Aycan vesilesi ile Kemal ile, daha sonra Gökçer,Mert,Barış ile tanıştım.Geceleri ararlardı, "hadi biz bülbüle gidiyoruz,ekmek yaptırcaz, 10 dak. sonra aşşağıda olun" derlerdi. Okulun çevresi de genişleyince bu, pilavcı,Cuba,Tower'da pis 7'li oynamaya kadar vardı. Bakıyorum da güzel zamanlardı, kıymetini bilememişim.


Pınar ise Burcu'nun oda arkadaşlarından bir diğeriydi. 1. sınıftayken yurt parasını geç yatırdığım için beni Acıbadem'deki yurda sürdüklerinde tanışıp, kaynaşmışlar. Bu dönemde Burcu'nun odasına yaptığım kaçak ziyaretler sonucunda tanıştık.Hani Pınarcım,kitabının arasına ayraç niyetine nutellalı kaşık koyduğun dönemler..Sonraki yıl,Burcu ile aynı odayı paylaşmaya devam ettim ve Pınar'ın odası da hemen yamacımızdaydı. Geceleri toplanıp film izlerdik. Burcu'nun Şansal Büyüka misali filmi durdurup bize gözümüzden kaçan ayrıntıları gözümüze soktuğu günleri bile özledim. Oynat Uğurcum! Pınarcım hatırlar mısın,1 milyoncudan mı yoksa Karfourun ucuzluk sepetlerinden mi ne tenis takımı alıp,odada oynamıştık ve Burcu bizi odadan atmıştı. Duruyor sanırsam onlar.Bir tane raket var kitaplığın tepesinde. Burcu'nun renkli giyiiyoruz diye bizi rock pub'a götürmemesini, çorap yumağını fare sanıp yataktan düşmesini, ısrarla patates istemesini, parfüm sürüp çoraplarını değiştirip öyle film izlemeye gelmesini,kırmızı ruj sürüp kantine inmesini,seninle beraber yemek yapma çabalarımızı,kadıköy'e gidip mağaza gezmelerimizi,yediğimiz her kazıkta adisyon hesaplarımızı,gecenin bir vaktinde tiyatrodan dönmelerimizi, çay bahçesinde sözde ders çalışıyoruz ayağına dedikodu yapmalarımızı,Burcu'nun sabah kalkar kalkmaz günaydın bile demeden fantastik rüyalarını anlatmasını ve daha nicelerini özledim. Acilen gelmem lazım.

10 Aralık 2010 Cuma

Neler oluyor patron oralarda vol.2


Şimdi size 2 kız çocuğunun dramından bahsedeceğim.
İlki,Mersin'de yaşayan 14 yaşındaki bir kız çocuğu babasının cinsel tacizine maruz kalıyor.Baba,çıkarıldığı mahkemede "öz kızına cinsel taciz" suçlamasıyla yargılanmak üzere "serbest" bırakılıyor ve tabi ki tacizlerine devam ediyor.Annesi verdiği ifadede " defalarca uyarmama rağmen sapıklığına devam etti" diyor. Kızın annesi,kendisi ve 2 abisi babasını bıçaklayarak öldürdükten sonra bir inşaata bırakıp, üzerine benzin döküp yakmışlar.
Devlet hani o çok sevdiğimiz devlet nerde? Sen bu iki insanı mahkemeden sonra nasıl aynı evde barındırabiliyorsun?
İkincisi,Aksaray'da 13 yaşındaki bir kız çocuğu amcasının oğluyla kaçtığı ve eve döndüğü gerekçesiyle, babası onun bakire olup olmadığını anlamak amacıyla kızına tecavüz edip hamile bırakması ile ilgili. Verdiği ifadeye göre "kızı eve dönünce kızlık kontrolü yapmak için eşinin yanında önce parmağını kızının cinsel organına sokmuş ama anlamayınca ilişkiye girmiş, daha sonraki zamanlarda da kızıyla ilişkiye girmeye devam etmiş ve 5 ay sonra kızının hamile olduğunu fark etmiş.Doktora götürdüklerinde 5 aylık hamile olduğu için çocuğu alamayacaklarını söylemişler ve kızını eve kapatmış. Doğum zamanı gelince hastanaye götürmüşler.Bebek doğunca da bebeği bir taşın altına bırakmışlar ve bebek ölmüş". Bebek cesedi birileri tarafından bulunup, polise haber verilmiş. Poliste yaptıkları inceleme doğrultusunda,hastane kayıtlarına bakarak yeni doğan bebeklerin evlerine ziyaretde bulunmuşlar. Bu eve gelince ve bebeği sorunca durum anlaşılmış.Annenin ifadesi ise çok daha garip;"yapma dedim ama beni dinlemedi".
Ancak olayda çok daha vahim bir nokta daha var.Bu da tıp personeline düşen suçu bildirme yükümlülüğün uzunca bir süre ihlali ve bu nedenle çocuğun istismarına devam edilmesi ve bebeğin ölümüne sebep olmak. Zira 13 yaşındaki kız 5 aylıkken hastaneye götürüldüğünde ve kürtaj yapılması istendiğinde, doktorun polis çağırıp çocuğu teslim etmesi gerekirdi. Ancak bebek doğana kadar geçen sürede hiç bir polis kapıyı çalmıyor. Çocuk gene hastanede doğum yaptığına göre gene bir çok sağlık mensubu 13 yaşındaki bir çocuğun yaptığı doğumu kurumlara bildirmiyor ve aileyi bebekle beraber kurumdan bırakabiliyor ve bu da bebeğin ölümüyle sonuçlanıyor. Bebeğin cesedi bulunmasaydı da o çocuğun yıllarca istismara uğramaya devam edeceğini tahmin etmek hiç güç değil.
Bu tarz olaylarda insan saldırganın neden böyle bir saldırıda bulunduğunu anlamlandıramadığı ve yoğun bir öfke duyduğu için sadece saldırgana karşı intikam duygusu harekete geçiyor. Oysa saldırganlar hep olacak, onun yerine çocukları ve hepimizi koruması gereken kurum, kuruluş ve kişilerin işlerini daha iyi yapmaları için toplumsal hassasiyeti canlandırmak her zaman çok daha önemli olmalıdır. Bu çerçevede o çocuğun eline teslim edildiği ve bu olayı polise bildirmeyen her sağlık mensubunun görevi ihmalden alabilecekleri en büyük cezayı almalarını dilerim.
Peki ya kızına kocası tarafından tecavüz edilirken izleyen anne.. Onun hiç mi suçu yok? Anadolu kadını ezilmiştir,sindirilmiştir,bastırılmıştır,bastırılmıştır denir. Ama hiç alakası yok, başka şeyler yaparken cin gibi oluyor da , bu tarz durumda mı ezilmiştir oluyor. En azından polise gidip haber vermediği için, kocasına yardım ve yataklık ettiği için o da suçludur.Ve ayaklarının altında bir cennet yoktur.

Geleceğin problemli gençlerine, kadınlarına merhaba deyin. Bu da hem sözün hem küfürün bittiği yerdir.

9 Aralık 2010 Perşembe

Marko Paşa


Efenim Marko Paşa, Rum asıllı, herkesin sorunlarını sabırla dinlemesiyle ün yapmış Osmanlı hekimidir. Hastalarının sorunlarına tıbbi yönden yardımcı olmakla beraber, onlara manevi huzur ve rahatlık vermeye özen gösteren bir hekim imiş. Şimdiki zaman doktorlarıyla pek alakası yok yani."Ne ararsan bulunur, derde devadan gayri" sözünün de sahibi olan bu hekim, her derde deva bulamayacağını bilse bile, herkesi sabırla sonuna kadar dinlermiş, o yüzden "derdini git Marko Paşa'ya anlat" denirmiş. Şimdilerdeyse "derdini dinlemek istemiyorum" demek için kullanılıyor bu söz öbekleri.

Bazen diyorum,Marko Paşa olsada iki lafın belini kırıversek. Anlatacak bişeyim de yok gerçi. Yani ne derdin var deseler, somut bir derdim yok derim. Artık hayatımın sonuna kadar baba parası yemeyi aklıma koyduğum için iş ilanlarına da bakmıyorum. Çalışmak gibi bir isteğim yok,atlattım yani onu. Hee ama bazen diyorum "atayım kendimi şurdan aşşağı" ama sonra" neden atıyorum kendimi aşşağı" diyorum. Bazen diyorum " tohumlar fidana, fidanlar ağaca, ağaçlar ormana dönmeli yurdumda",sonra da " bana ne" diyorum. Yani hem öyleyim hem böyle.


Marko Paşa'yı dert anlatmak için istemiyorum zaten. Şöyle sıkılmadan, gene ne anlatıyor bu demeden konuşacak biri olsun istiyorum. O kadar zor durumdayım ki sanırım "birileri" demedim " biri" dedim. Ama nerdeee.. Ben bile çoğu zaman birilerini sinlerken sıkılıyorken başkası neden sıkılmasın ki?.. Bu anlamlı günümü bir şiirle noktalamak istiyorum Marko Paşa anısına.

azizim markopaşa
yolumuz degil, işimiz duştu .
dert yandik dinlemediler,
markopaşa'ya gidin dediler.
geldik, yedi iklim oteden;
baş acik bagri yanik ,
yalnayak geldik.

cok degil.
bir arzuhalimiz derdimiz vardi:
dostlar sulh istiyordu,
bizi uzen bahardi.

dinlemediler,
beyler, efendiler
bizi sana gonderdiler.
geldik, yedi iklim oteden,
ocagina du$tuk :
ne dersin markopaşa

niyazi akincioglu

4 Aralık 2010 Cumartesi

Gitmek gerek,özlemek- özlenmek gerek. Belki de gittiğin yeri sevip geri dönmemek gerek.
Ayrılık bazen bütün acıların kaynağı gibi gözükür. Belki de insan sonsuz bir ayrılık acısıyla doğmuştur. Ve, o doğum kopup ayrılmaktır. Yaşanan bütün küçük ayrılışlar, işte bu büyük ayrılığın parçalarıdır. Bu ayrılıktan uzaklaşmak için kaçmak ister belki de insan ama nereye kadar kaçabilir ya da kaçabilir mi?
Başkasından kaçabilirsiniz, nihayetinde ondan yeterince uzaklaşınca durabilirsiniz. Ama kendinden kaçan öyle mi; "hem kendisinin düşmanıdır, yani kendisinin avcısı,hem de kendinden kaçıp kurtulmak isteyen kimsedir". Kendinden kendini kovalamaktadır. İstiyorum ki başlasın büyük kaçışım, yeniden olsun herşey,başkasına takatim kalmayabilir.

Kaçarken kendimi de beraberimde götürdüğüm için kendimden kurtulmama imkan yok. Bu yüzdendir ki, benim işim kıyamete kadar durmadan kaçmak, kaçmaktır.
Gönlüme kızgın olarak bakınca, gönül kendinden geçti, kendini bıraktı, yollara düştü.
(Mevlana)


Gezgin dervişler gibi yapıyorum,korkularını yenmek için kaderine suskun kalan dervişler gibi ve sessiz adımlarla terkediyorum.