31 Ekim 2011 Pazartesi

umuduna sıçayım

umudumu kaybettiğimi söylemiş miydim? o günden beri değişen bir şey olmadı. ne gerçekten bir şeyler yapabileceğime, ne mutlu olacağıma, ne istediğim gibi bir iş bulabileceğime, ne de olan bitenden bana pay düşeceğine inancım kalmadı. hep iyi olacak diyen düşüncelerim katrana bulandı, bir bok olmaz artık diyorlar zaar.

kendimce çabaladım,yaptım,ettim,denedim. baktım ki yanılıyorum, hep boşa kürek çekiyorum,artık çabalamaz,yapmaz,etmez,denemez oldum. böyle kafamda bir kurgu, herkesin ne söyleyeceğini, ne yapacağını, hatta başımdan ne gibi olayların geçeceğini kurguya bağladım. önceleri bu durumda yanılmayı bekledim, hadi şaşırtın beni dedim ama baktım saat gibi işliyor. işte o zaman bir şeylerin değişebilme durumuna inancımı kaybettim.

ve aslında trajik bir yaşantıya sahip olan insanların ihtiyaç duyduğu şey belki de bu olmalı. inancını kaybedip gerçeği görmek ve ona göre hayatını sürmek.

düşün ki hep aynı hatalarla hüsrana uğrayan bir zavallı, içinde bulunduğu rezalet kaybedenlik durumuna karşın her gün dua ediyor, bir çıkış için umut besliyor, yoktan bir şeylerin düzelebilmesi için secde ediyor. bu insan umutludur, umut ettiği her gün kaybeden bir çilekeştir. çünkü onu içinde bulunduğu yalnızlık çıkmazına, onu güçsüz kılan hayat beceriksizliğinin ardında yatan korkulara, insanların gözünde büyümesine sebep olan derin suçluluk duygusuna iten sebepleri görmezden geliyor, kendini başkaları gibi görebilmek için geçmiş acıların ıstırabına katlanıyordur.
böyle biri artık daha fazla uğraşmamalı. böyle bir insan, geçirdiği mutsuz çocukluk yıllarının, geçirdiği yapayalnız ergenlik senelerinin, varlık gösteremediği o 20'li yaşların hesabını sormalıdır adam akıllı. böyle bir insan, başıboş ıssız ve insansız bir evin içinde geçirdiği yalnızlığın anlamını bilmelidir. acılarını bilmelidir böyle bir kişi, derininde hissettiği reddedilmişlik duygusunun yarattığı hiçlik duygusuna boyun eğmeli, ve geçmişi eski bir sandığa döküp benzinle yakmalıdır. yaşama hesap sormanın kendi geçmişinde katlandığı acılara hesap sormakla bir olduğunu anlamadan insan, içinde bulunduğu trajedi karşısında kafasını kuma gömerek bu hayatta yaşamak adına ne yapabilir, tüm bu acılara karşı ne kadar katlanabilir, ve hepsi ne için.
umudunu,inancını yitirmek demek, belki de, , toplamında hiç eden senelere bir mana yükleme hatasına eyvallah çekmemek demektir. olmayacak duaya amin dememeyi öğrenmektir.

bıktım ya.

30 Ekim 2011 Pazar

hep şekilciyiz hep.

işimiz gücümüz her konuda ama her konuda duygu sömürüsü,prim sağlıyor ya o bakımdan. van'da deprem oldu,van'a gidenler oldu.sonra ordaki kötü durumlardan prim sağladılar. açın facebook sayfanıza bakın bakalım, kaç kişi kendinin reklamını yapmış.29 ekim'de törenler yasaklandı ve ya iptal edildi. herkes ayaklandı.

soruyorum sana,yılların gördüğü en atatürkçü,en cumhuriyetçi insan "cumhuriyet için ne yaptın?" hemen söyleyeyim, sabah kalktın,facebooku açtın,atatürk resmi ya da türk bayrağı bulup profil foton yaptın,ordan burdan laflar bulup paylaştın,cumhuriyetçi olduğunu belirttin,bitti. he belki,akşamına arkadaşların demiştir, " akşama caddeye gidelim,bir şeyler içelim,miting varmış,biraz da orda takılırız". ardından da eve geldin götünü devirip cnbc dizileri izledin.

"vatan sana canım feda" diyenler,askere gitmemek için kırk takla atanlar aynı kişiler değil mi acaba? ne yaptın oturduğun yerde konuşmaktan başka?

yediğine,içtiğine,giydiğine,okuduğuna dikkat ettin mi? tarih bilginden ne haber? kaçımız okuldaki tarih kitaplarında anlatılandan başka cumhuriyet tarihi açıp okuduk? kaçımız kurtuluş savaşı hakkında roman, hadi romanı da geç ne olursa olsun bir şeyle okuduk?ülkenin durumu ne,gelecekte ne olacak, kimler neler yapmaya çalışıyor,kafa yordun mu hiç? yakana taktığın rozetin anlamından ne haber? hep şekilciyiz hep.dostlar alışverişte görsün.yerli malı kullanmayı bile eziklik görüyoruz.

önümüze konulana razı oluyoruz. yazık ne yazık.

27 Ekim 2011 Perşembe

sonum bu olacak sanırım!

Foucault’nun amacı modernite içine sinmiş iktidar odaklarının insanı kuşatan kılcal duvarlarını deşifre etmekti. Bunun için kitaplar yazdı. Deliliğin, hapishanenin, cinselliğin tarihlerini yazdı. İktidarı soydukça soydu ama her iktidarın içinden matruşka gibi yenileri çıkıyordu. “Normal dışı”nı kapatan, cezalandıran, itip kakan; “normal” olarak bellenmiş her şeyi bıkmadan usanmadan yeniden üreten “mikro iktidarları” gün yüzüne çıkardı. Disipline edici tüm mekanizmaları teşhis etti Foucault. Aynı zamanda Tezer Özlü’nün çok çektiği mekanizmalardı bunlar:

“Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla hiç bağdaşan yanım yok… Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlerinizle. Okullarınızla. İşyerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın dediniz. Aç kalmayı denedim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz… Ben bütün bunların dışındayım.”

Tezer Özlü’nün içini kemiren her bir köşesi ince ince planlanmış, hesaplanmış modern toplumun ta kendisiydi. Duvara talimatnameler astı modern toplum. Görünen ve görünmeyen talimatnameler kapladı dört bir yanı. Evin kuralları, okulun kuralları, iş yerinin kuralları, askerlik kuralları, aşk kuralları, ahlak kuralları, evlilik kuralları, ölüm kuralları… Baba, öğretmen, patron, komutan, polis, koca, imam kuralları… Kalkış saati, otobüs saati, okul saati, mesai saati, yemek saati, paydos saati, uyku saati… Emirler devam ediyordu: Karneni pekiyi ile doldur, sınavları geç, yine sınavları geç, iş bul, para kazan, iyi para kazan, eş bul, ev al, iyi koca ol, iyi karı ol, çocuk yap, geleceğini garanti altına al, başar, başar, başar… Çalış, didin ve öl.

“Her duvar dar. Her duvar kapalı. Her duvar insanın üzerinde bir baskı. Bu kentin (Berlin) her yerine daha önceki duvarlarımla birlikte gidiyorum. Ana babamın evinin dar duvarlarıyla. Evliliklerin bunaltıcı duvarlarıyla. Büroların sigara kokan duvarıyla. Okulların acımasız duvarlarıyla. Evlerin, hapishanelerin önlerinde insanların asıldığı, kurşunladığı duvarlar. Hastane duvarları. Tımarhane duvarları, mermer duvarlar, yoksul evlerin duvarları, ihtiyarlar yurdu duvarları, kulübe duvarları, gecekondu duvarları, kent duvarları, sistemlerin duvarları.”

Tezer Özlü dayanamayanlardan biriydi. Dayanmak istemedi veya. Hepsinden önemlisi saçma buldu “normal”i. “Küçük dünyanız sizin olsun,” demekle yetinmedi, duvarları yıkmak istedi. Baba evinde sabahları düdüklerle uyandırıldı. Çocuktu. Okulda Karlofça, Pasarofça antlaşmalarını, köklerin karelerini, formülleri, Müslümanlığın kurallarını ezberledi. Bütün öğrettiklerinizi unutmak istiyorum diye yazdı. Kent elektriğini kafasına verdi tımarhane doktorları. Dayandı. İki insanın sarılarak geçirdiği sarsıntı, özü olmalı evrenin dedi. Sarıldı. Bu hayattaki yegâne amacı kendi olarak var olmaktı. Kendi oldu.

“Pazar günleri… Şimdilerde… Sokak aralarından geçerken… gözüme pijamalı aile babaları ilişirse, kışın yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim… evlerin pencere camları buharlaşmışsa… odaların içine asılmış çamaşır görürsem… bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayımlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek isterim hep.”

Gitti de. Düzenin sterilize edilmiş en düzenli hali bile soluksuz bırakıyordu onu. Sistem her yerde olduğu için varmak değildi amacı. Sadece gitmekti. Kendi yaşamını bir manifestoya, karşı çıkışa, başkaldırıya çevirdi Tezer Özlü. Yazdı da hayatını. Yaşamın Ucuna Yolculuk bir roman değildi. Çok daha fazlasıydı. Yaşamın Ucuna Yolculuk’ta hem o yolculuğu gerçekten yaşayan hem de o yolculuğu yazan bir özneye dönüştü. Bir tiyatrocunun sahne üzerinde en yüksek performansına ulaştığı; bedeni ile ruhu, mimiği, teri, eti, kanı ile başka birine dönüştüğü o büyülü an gibi Tezer Özlü de Yaşamın Ucuna Yolculuk’ta hem yaratan hem de ortaya çıkan eser oldu. Üstelik hiç rol yapmadan başardı bunu. Bu sayede modern toplumun onu sürüklediği yabancılaşma hissinin dışına çıktı. Nefes aldı.

Foucault’ya göre okul göründüğü kadar masum değildi. Çocuklara bilgi öğretmekten başka işlevleri vardı. Hapishanelerin suçluları ıslah etmesi, akıl hastanelerinin delileri iyileştirmesi görünürdeki amaçlarıydı. Asıl hedeflenen normlara uyum sağlayamayanları kapatmaktı. Foucault’a göre tüm kurumlar modern kapitalist toplumun sorunsuz işlemesi için insanı disipline etme çarkını döndürüyorlardı. Ne aile ne din ne iş yeri ne de sokak bunun dışındaydı. Sistemin ihtiyaç duyduğu itaatkârlık beden beden, düşünce düşünce üretiliyordu milyonlarca ve milyonlarca defa. Bu dönüp duran çark Tezer Özlü’yü çıldırtan, bulantı olarak içine işleyen, yollara düşüren, mengene gibi boğazını sıkan modernitenin elleriydi, kollarıydı. Ama aynı zamanda o modernite insana yabancılaşmanın farkında olunmasını sağlayan bilinci de vermişti. Tezer Özlü bu çatışmayı yaşadı durdu hayatı boyunca. İtaat etmedi ama. “Ve bana geceler yetmiyor,” dedi. “Günler yetmiyor, insan olmak yetmiyor. Sözcükler, diller yetmiyor,” dedi. O hep dışarıda olandı. Yaşadıkları, hissettikleri ve yazdıklarıyla Foucault’u satır satır haklı çıkardı.

Emre CANER ( http://www.siyaz.net/foucault-ve-tezer-ozlu/ )

26 Ekim 2011 Çarşamba

saygısızlık


İdolümün Ercüment Çözer olduğunu söylemiş miydim? Saygısızlıktan dem vurur hani. Ben de Memduh Başkan gibi bir dayanak bulursam, saygısızlığa karşı onun yaptıklarının aynısını yaparım. Yapabilirim değil,yaparım. Kızdığım konular basit şeyler aslında.

Kaldırıma araba park edenlere ifrit oluyorum. Hem de öyle böyle değil.Bir sürü otopark olmasına rağmen,adam camdan bakınca arabasını görecek diye gelip kaldırımın üstüne çıkıyor. Tam çıkıyor,öyle kenarına falan bırakmıyor. Benim ordan yürüyüp gitmem için ya bahçeye girmem gerekiyor ya da yoldan geçmem gerekiyor. Kimsenin arabası benim canımdan kıymetli değil politikasını izleyerekten, önceleri arabaların sileceklerini kaldırıyordum, baktım çözüm olmuyor, ben de arabaları çizerek sinirimi atıyorum arkadaş. Anahtarla arka kapıdan başlayarak öne fara kadar çiziyorum,hem de beyazı gözükecek şiddette.

Otobüs duraklarının önüne park eden arabalara da gıcık oluyorum. En son 2-3 hafta kadar önce böyle bir olay yaşadım. İnsanlarda zaten otobüse binmek için sıraya girme kavramı yok,yağmur yağıyor,o şahane yollarımız gölcüklerle dolmuş,arabanın teki geldi tam önüne park ederek alış veriş yapmaya gitti. Ardından gelen otobüsse durağa giremedi,trafiği tıkamamak amaçlı durmadı ve gitti. Ekstradan 20 dakika daha araba beklemek zorunda kaldım. O ve benzeri arkadaşlara sormak istiyorum; " sen oraya park ettin.İyi, hoş,güzel. Peki otobüs nereye girecek, sana mı girecek mal oğlu mal?".

Yavaş hareket eden,sorularıma geç cevap veren insanlardan nefret ediyorum. Dün okulda yaşadım. Yine otobüse biniyorum,sıra kavramı tabi ki yok, olamaz. 2 tane kız ön öne koştular ama durdular otobüsün kapısında.Cüzdanlarını yavaşça çantalarından çıkarıp,açıp,para arayıp öyle bindiler.Kimsenin geçmesine müsade etmediler tabi ki. Bunu da geçtim. Paralarını çıkarıp bindiler, bu sefer iç tarafta tıkama yaptılar. Paralarını ayıklayıp,şoföre verip,para üstü bekliyorlar. Eee andavallar!,biriniz oturun biriniz versin.Götünüzle koca yolu tıkadınız yahuu. Çok sinirleniyorum böyle durumlarda. Sen kendine oturmak için yer kapacaksın diye 8 saat kapıda seni bekleyemem ben.

Kaldırımda 2 kişinin kol kola yürümesi ayrı bir itici geliyor bana. Görüyorsun ki yolu kapatmışsın ve karşıdan insan geliyor. Normal şartlarda senin yol vermen gerekiyor boz ayı! Hayır,bir de çarpıp geçtiğinde gözlerini belertip ters ters bakmıyorlar mı kafasını yarmak istiyorum orda.Babanın yolu zaten!

Okul için İzmit'ten Sakarya'ya gidiyorum ben. Ve o arabaları bilen bilir, yolcuları tez konusuna dahil etmek gerekir. Öyle seçkin insanlar. Üniversite öğrencileri çoğunlukta tabi. Boya küpüne düşmüş gibi makyaj yapıp ( makyaj yaparak çirkinleşen tek kadın milleti bizleriz heralde, çakma blackberry telefonuna kulaklık takıp, 30 cm uzunluğundaki kırmızı ojeli tırnaklarıyla sosyal medyalarda cirit atıp,beyninden büyük küpeler takıp,2 beden küçük kot pantolon giyip modern olduğunu sanan bir kitle geneli. Hepsi değil tabi ki,tenzih ettiğim kesim mutlaka var. Okuldan dönerken yer buldum oturdum. Bir normal çantam, bir bilgisayar çantam, 2'de kitabım var ve ağırlar. 2 tane yaşlı teyze bindi,tonton böyle sevimli,sıcacık teyzeler.Nedense herkes camdan dışarı bakmaya başladı.Birisi dedi ki bu yelloz kızlarımızdan " arabanın dolu olduğunu görüyorlar,yine de biniyorlar.Ne tip insanlar bunlar yeeeaaa!". Birine ben yer verdim ve diğerine de kucağında bebeği olan bir kadın yer verdi. Sağ olsunlar eşyalarımı da aldılar. Bu tüp insanlara karşı ön yargılıyım sanırım ve genelde doğru çıkıyor bu ön yargım,sağ olsunlar ki beni düşüncelerimden dolayı utandırmıyorlar. Saça fön çekince,makyaj yapınca kendilerini modern,medeni görüyorlar. Ben de diyorum ki," medeni olmak davranışlarla ölçülür". Saygısızlar.

Bir de sınıfımda bir kız var,saçlarını elime dolayı yerde sürükleyebilirim,paçoz. Geçen hafta hoca dedi ki; " önümüzdeki hafta ders yapamayacağım,başka bir gün ayarlayalım, o gün yapalım". Çarşamba dediler. Ben de bana uymuyor,salı günü uygunsa gelebilirim dedim. Kız bağırır bir şekilde atladı; " mümkünatı yok, haftada 4 gün gelemem,çarşamba olsun,o gün başka derdim de var,hem ben çalışıyorum." dedi. Bana ne senin çalışmandan,çalışıyorsan gidersin e-mba yaparsın. Hiç bir şey değilde,can havli gibi bağırması beni gerdi.Sınıf ta dumur oldu zaten. İşte çeşit çeşit insan var ve uğraşıyoruz.

Daha onlarca şey yazabilirim buraya. Ben bu tarz durumlara dikkat ediyorum,karşımdakilerden de aynı şeyi bekliyorum. Olması gerekeni bekliyorum ben. Git, ağzınla kuş tut demiyorum kimseye. Ufak şeyler ama inanılmaz öfkeleniyorum.Ercüment Çözer benim.Ercü diyebilirsiniz bana.

deprem ve yardım silsilesi


Topbaş açıklama yapmış olası İstanbul depremi için.Yapılan çalışmaların yeterli olmadığını,şimdiye kadar bilmem ne kadarlık deprem yatırımı yaptıklarını, vatandaşların kendi binalarında iyileştirme yapmaları gerektiğini ama bunun için belediyenin kredi veremeyeceğini,herkesin kendi işini kendisinin görmesi gerektiğini,99 Marmara depremine kadar uzmanların nerede olduğunu,binalarda traşlamaya gitmeleri gerektiğini falan açıklamış.99 depreminden bu yana kadar devlet nerdeydi? 35-40 katlı apartmanlar dikenler izinsiz yapmıyor herhalde,birileri o projeleri onaylıyor değil mi Kadirciğim? Sen eşine dostuna izin ver, seçimlerde oy toplayacağım,sempati toplayacağım diye kaçak yapılanmaya izin ver. Sonra deprem olsun,sel olsun,suçun tamamı yine vatandaşı olsun. Hırsızın hiç mi suçu yok acaba?

Sonracıma Ali Ağaoğlu. Haber tarihi nedir bilemiyorum ama onun da itirafları mevcut. Diyor ki; "1970'li yıllarda İstanbul'un Anadolu yakasında yapılan yapıların büyük bir kısmına inşaat malzemesini ben sattım. Kumları Marmara Denizi'nden demirleri hurdadan çektik. O zamanın şartlarında en iyi malzeme buydu. Sadece biz değil tüm firmalar aynı şeyi yapıyordu. Deprem olursa İstanbul'a ordu bile giremez, ölen şanslıdır". Savunması geliyor şimdi,dikkat; "Herkes böyle çalışıyordu". Enteresan değil mi?

Uzmanların dediğine göre,en iyi ihtimalle depremde İstanbul'da 5000(beş bin) bina yıkılacak.Köprülerin 8 şiddetine dayanabileceğini söylüyorlar ama bilemem tabi.Bu binaların hepsinin başına bir arama kurtarma ekibi koymanız imkansız. Yeme-içme,barınma,korunma şartlarını düşünün bakalım ne çıkacak.Sonuç olarak abilerim, ablalarım eğer böyle bir deprem olacaksa ve durum da buysa şimdiden vedalaşalım.

Bir de gönderilen yardımlar için bir şeyler gevelemek istiyorum. Okuduğum haberler doğruysa tır tır yardım gitmiş ve gidecek. Bilmem kaç ton battaniye taşınmış. Peki orda insanlar neden yağma yapıyorlar. Ya aç gözlülükten ya da yardımların adaletsiz dağıtımından. Son zamanlarda hep 99 depreminden bahsettim ama başka dayanağım yok. İzmit'e gelen yardımların çoğu belirli noktalarda toplanıyor ve odan görevliler tarafından dağıtılıyordu. Ve deli gibi yardım geldi. Evleri yıkılanlar için beyaz eşyalar, mobilyalar, nevresim takımları,yataklar,yorganlar, markalı kıyafetler,hatta o an bana tuhaf gelen Vakko'nun göndermiş olduğu takım elbiseler. Deli gibi yardım vardı. Ve ne oldu biliyor musunuz? Bu yardımların çoğu hiç ihtiyacı olmayan kişilerce alındı. Bazıları satıldı. O zamanın devlet kurumlarından birinin üst düzey yönetici olan bir kişi, eşini getirerek " beğendiklerini al" dedi. Ki bu kişinin dağda domuzu eksik sadece.O kadar durumu iyiydi. Bazende yardım tırları yanlış yerlere gittiler. Benim şu an oturmuş olduğum yer izmit'in nadir sağlam kalan yerlerinden. Kimsenin bir şeye ihtiyacı yoktu,evlerine rahat bir şekilde girip istediklerini alıp çıkabilme gibi bir lüksleri vardı. En fazla ihtiyacımız olan su ve ekmekti. Çünkü üretim denen bir şey yok ve ibnetör market sahipleri ellerinde olan stokları fahiş fiyata satıyorlardı. Yani yanlış insanlara da kılık kıyafet yardımı yapılabiliyor.

Van'da da büyük ihtimal durum bu. İdari eksiklik var. Ayrıca yardım dağıtımlarının afeti yaşamış kişilerin olmaması gerekir. Kayıt falan alınması gerekir. Bu konuda hiç ilerlememişiz. Bir de Kızılay vakası var. Sel olur,deprem olur Kızılay'a yardım edilir ama nedense Kızılay kimseye yeteri kadar yardım edemez. Sen İstanbul depremini bekliyorsun ve elindeki çadır ve battaniye sayısı bu. Yazık. Kızılay'ı soyanların yatacak yeri yok.

Bir de soyguncular var.Bildiğin dolmuşa binip akın akın akbaba gibi geliyorlar. Allah bildiği gibi yapsın onları. Enkazda milletin kolunu,parmağını keserek altınlarını çalıyorlar. Hatta bir şey okudum ve şok oldum. Ölü kadınlara tecavüz edenleri bile varmış. İblis kaçmış bunların içine. Bu para ve altın çok büyük ikna ediyor insanları. Bir yakınımın dükkanının bulunduğu bina çökmüştü. Baya da süre geçmişti üstünden,ölen öldü kalan kaldı. Binanın sahibi de doğulu bir aile ve çöken binada oturuyorlardı. Şöyle bir dedikodu çıktı; kadının kilo kilo altınları varmış. O enkazın temizlenmesi 1 günü almadı.Ve, evet altın çıkmadı.

Denetim çok önemli ki bizim uzaktan yakından hiç alakamız yok. İzmit'te bir çok çürük ev var. Bir sıva bir boya ile işi çözdüler. Hatta Bulvar Caddesindeki kız öğrenci yurdu çürük, ağır hasarlıydı o bina. Şu an yurt. Olur da yakınınız falan vardır,uyarayım istedim. Lütfen artık bazı şeylere duyarlı olalım. Televizyonda insanların ne halde olduğunu görüyorsunuz. Gerçekten hiç kolay atlatılabilen bir afet türü değil.

Fotoğraftaki bebek,99 depreminde yardımda çıkmıştı.O zamandan beri saklıyorum. Eğer imkan bulabilirsem kendimce hazırladığım yardım paketiyle beraber bunu da göndereceğim. Belki gelecek zamanda başka biri tarafından,başka birine umut olması için gönderilir, kim bilir.

İyi akşamlar arkadaşlarım, her nerde tesadüf eseri yaşıyor ve yaşatılıyorsanız!

25 Ekim 2011 Salı

Öğrendim




Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum.
Işığı gördüm, korktum.
Ağladım.

Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim.
Karanlığı gördüm, korktum.
Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi...
Ağladım.

Yaşamayı öğrendim.
Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu;
aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu
öğrendim.

Zamanı öğrendim.
Yarıştım onunla...
Zamanla yarışılmayacağını,
zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim...

İnsanı öğrendim.
Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu...
Sonra da her insanin içinde
iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.

Sevmeyi öğrendim.
Sonra güvenmeyi...
Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu,
sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu
öğrendim.

İnsan tenini öğrendim.
Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu...
Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.

Evreni öğrendim.
Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.
Sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni aydınlatabilmek
Gerektiğini öğrendim.

Ekmeği öğrendim.
Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini.
Sonra da ekmeği hakça üleşmenin, bolca üretmek kadar
önemli olduğunu öğrendim.

Okumayı öğrendim.
Kendime yazıyı öğrettim sonra...
Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana...

Gitmeyi öğrendim.
Sonra dayanamayıp dönmeyi...
Daha da sonra kendime rağmen gitmeyi...

Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yasta...
Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.
Sonra da asil yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine vardım.

Düşünmeyi öğrendim.
Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.
Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek
olduğunu öğrendim.

Namusun önemini öğrendim evde...
Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu;
gerçek namusun, günah elinin altındayken, günaha el
sürmemek olduğunu öğrendim.

Gerçeği öğrendim bir gün...
Ve gerçeğin acı olduğunu...
Sonra dozunda acının, yemeğe olduğu kadar hayata da
“lezzet” kattığını öğrendim.

Her canlının ölümü tadacağını,
ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.

Ben dostlarımı ne kalbimle nede aklımla severim.
Olur ya ...
Kalp durur ...
Akıl unutur ...
Ben dostlarımı ruhumla severim.
O ne durur, ne de unutur ...

Mevlana

kaddafi öldü ama !

Bir orta doğu diktatörü mü desem, lideri mi desem bilemedim, öldürüldü. Evet, Kaddafi'den bahsediyorum. 200 milyar dolar serveti varmış adamın, az yememiş kıl yumağı.

Neyse, zenginin malı züğürdün çenesini daha fazla yormadan konuma geçeyim. Bu adam, insanlığı çok düşünen tarafların desteği ile demokrasi uğruna öldürüldü (acaba??!). Görüntüleri izlediniz mi bilmiyorum,kimisi ağır yaralı halde diyor kimisi ölmüştü diyor, o halde adama işkence yaptılar. Kaddafi'nin eziyetlerinden bıkan kendi halkı, kendi müslüman halkı bir ölüye ya da yaralıya işkence yaptı. Ölüsüyle fotoğraf çektirdiler, tekmelediler. Ve dış mihraklar da buna izin verdiler. Şu sıralar yaşadığımız olaylarda da "ilahi adalet" kavramında bahsediyorlar ya, hah işte, islamda işkence yoktur. Ne ölüye, ne diriye. Kendi çıkarları,sözde toplum düzenleri adına islamiyet şekil değiştiriyor sanırım.

ABD Bin Ladin'i öldürdü,Saddam'ı astı. Ama en ufak işkence görüntüsü su yüzüne çıkmadı. Takıldığım nokta şu; bu görüntüler dünya kanallarında yayınlanıyor. İslam ülkeleri vahşi,cani,yobaz diye gösterilerek ilerde yapacağı çalışmalara (!) ortam mı hazırlıyor diye düşünmedim değil. Malum Irak'ta,Afganistan'da kaç müslümanı masum ve ya değil (kime göre,neye göre?)öldürdüler. Hani masum insanları öldürmek insanlık suçu ya, acaba diyorum ki islam ülkelerinde durum budur mu demek istiyorlar? Zaten müslüman olarak potansiyel teröristiz,onların kıçlarını kapmak için bekliyoruz falan. Acınacak şeyler bunlar.

Ne bileyim,bugün aklıma geldi.Oturup bunları düşünen tek manyak ben miyim acaba?

23 Ekim 2011 Pazar

gündem 2

99 depremini izmit'te yaşamış biri olarak van depremi hakkında üç beş laf sıkacağım. Bu konuda hakkım olduğunu düşünüyorum.

99 depreminin kafir olduğumuz neticesi ile bu bölgelerde yaşandığını söyleyen bazı andavallar bu sefer de terör olaylarına bağdaştırıp ilahi adalet kavramından dem vuruyorlar. Mantık yoksunu, insan suretindeki bir takım kesimin depremle beraber; "yüreklerine su serpilmiş, ilahi adalet buymuş,intikamlarını deprem almış" ya da başka bir kesimse " kürdistan'daki deprem Türkleri mutlu etti, kürdün kürtten başka dostu yoktur" gibi laflarla ortalığı karıştırmaya devam ediyorlar.

Deprem dediğimiz şey o kadar lanet, o kadar ürkütücü ve o kadar zalimce bir şey ki, bunu anlatmamın imkanı yok size. Ne yapacağınızı bilmeyerek,aciz bir şekilde bekleyerek olacakları seyretmekten başka çareniz yok,kalmıyor.Siz hiç binaların içinden gelen sesleri duydunuz mu, insanların çaresizce birbirine baktığını ama cevap bulamadıklarını gördünüz mü, binaların başında altında kalan yakınlarını bir umut bekleyen insanları gördünüz mü, enkazdan çıkıp yaşadığına sevinemeyen bir kişi gördünüz mü,çadırda yaşamak zorunda kaldınız mı, temizlik için suyu geç içmek için suyunuzun olmadığı dönemler oldu mu, depreme kadar birbirine düşman olan kişilerin birbirlerine sarılarak ağladığına şahit oldunuz mu? Ben hepsini gördüm. Öyle sıcak evinde şortunla oturup,elinde kadehinle içkini yudumlarken beylik lafları etmek çok kolay. Bu acıyı yaşa, ondan sonra gel konuşalım iyi mi olmuş kötü mü. Bu lafım, bu durumu kullanan tüm insancıklara gelsin.

Herkes ilahi adaletten bahsediyor. Soruyorum o halde kendine müslümanlar, sizin kitabınızda başkasının kötü durumuna sevinmek var mı, beddua dönüp dolaşıp sahibine gelmiyor mu, kötü durumdaki insanlara yardım etmek yok mu, hoş görü yok mu?? Sizin allahınız var mı lan?

Deprem sadece sallantı ve bina yıkıntısından oluşmuyor. Bunun bir süreci var hem de acı olan bir süreci. Ve bu süreç belli ki birilerinin ekmeğine yağ sürecek. Kürtçülere sesleniyorum, hadi vekilleriniz yapsın bir anonsta pkk; kumanya,çadır,kışlık kıyafet yardımı yapsın. Hani kürdün kürtten başka dostu yok ya. Ayrıca belediye başkanı zamanında Apo'nun posterini elinde taşıyarak yürüyüşlere katılırdı. Hadi çıksınlar meydana,kurtarsınlar.

Bu kötü durumu yararımıza çevirebiliriz. O kürtçülere yaptığımız yardımlarla cevabımızı verebiliriz. Türkiye burda,sizin yanınızda,tek yürek tek bileğiz diyebiliriz. Bu kadar kalbiniz kararmış olamaz. Yarın öbürgün bu depremin kurbanları siz de olabilirsiniz.O zaman ordaki kesimi net anlarsınız. Gönderdiğiniz bir şişe suyun anlamını daha iyi kavrarsınız.

İçinizde insanlığı yeniden yeşertin, kimse bu kadar fesat,vurdumduymaz olamaz.

22 Ekim 2011 Cumartesi

Bu ne biçim


Bu ne biçim Postacı
Üç defa çalıyor kapıyı
Bu ne biçim kel
Hem merhemi var
Hem sürmüyor başına
Bu ne biçim biçimler
İstediğiniz kadar çoğaltılabilir
Memleket çok müsait buna
Örneğin yeni bir komşu taşındı karşıya
Bir baktım Fahriye Abla!
Kırk yıllık bir rötar yapmış
Erzincan Treni
Ben gelmişim şu yaşıma
O ise şiirdeki yaşından gün almamış daha
Benimki ne biçim hayat
Uymuyor ne gördüklerime
ne duyduklarıma
ne okuduklarıma
Ben ne biçim benim
Ne kendime benziyorum
Ne başkalarına

Murathan Mungan

21 Ekim 2011 Cuma

ısrarla izleyin!



videoda 18 yaş sınırı var. ayarlar izlersiniz artık. 17 ağustos 2011'de 11 askerin şehit düştüğü çukurca çatışmasına ait görüntüler. izleyince görürsünüz zaten,çatışma falan yok. keklik gibi avlanmışlar.hani her karakol baskınından sonra basında açıklamalar oluyor ya, 50 kişi geldi,100 kişi,200 kişi. ama bunlar 2 kişi ya da 3 kişi,asla 5'i bulmaz.

asker konvoyu gidiyor ve mayın patlatıyorlar. askerler arabadan çıkıp yanlış yere sipere yatıyorlar. sırtları teröristlere dönük ve kabak gibi meydandalar. adamlar bildiğin eğlenmişler. yavaş yavaş öldürmüşler. askerlerin teker teker vurulduğunu görebilirsiniz. sonlarına doğru askerler saklanmaya çalışırken 2 askerin arasında mayın patladığını ve askerin nasıl havalandığını görebilirsiniz. helikopter geliyor,adamlar tınmıyor.

2-3 ay tırt bir eğitim almış çocuğu asker diye koy oraya,ondan sonra vatan sağ olsun. ibneliktir bu. TSK'nın, devletin nasıl acınacak halde nasıl rezil halde olduğunu görün. şehitler çıkınca herkes sosyal medya denen bokta vatanı kurtardı zaten. yazdılar,çizdiler,küfür ettiler. eee sonra? bak durum bu,aslan gibi çarpışamıyor bizim askerimiz,gafil avlanıyor,ona buna oyuncak oluyor. bir şey yapmalı ama ne?

19 Ekim 2011 Çarşamba

Gündem

Sabah uyanıp bilgisayarı açtığımda gördüm ki Çukurca'da 24 Türk askeri şehit olmuş. 24 ailenin bir parçası kopup toprak altına gitmiş. Ne uğruna? Kimse demesin ki vatan uğruna, komik olur. Birilerini stratejileri uğruna bok yoluna gitti hepsi.Önceden olsa teröristler için " vay orospu çocukları" derdim. Artık bu küfürlerimin muhatabı devletin,askerin,emniyet mensuplarının üst mevkileri.

Anlamadığım nokta şu; Kandil Dağı'nın PKK için ne demek olduğunu biliyoruz.Karayılan'ın nerede olduğunu biliyoruz. 20 küsür yaşındaki gazeteci bu dağa gidip röportaj yapabiliyorsa, çeşitli,boy boy gazeteciler gidip röportaj yapabiliyorsa, Türk istihbaratı nerede tıkanıyor?? Bölgelerdeki karakollar bbg eve gibi PKK tarafından izlenebiliyorsa, hiç bir korkuları olmadan ellerini kollarını sallayarak şehir merkezlerinde gezebiliyorlarsa ve hiç bir güvenlik kuvveti buna bir şey yapamıyorsa üstelik köşe bucak kaçıyorsa sorun var demektir. Kendi toprağında sığıntısın demektir. Yani PKK,o bölgenin onların olduğunu kabul ettirmiş demektir. Ben bunu anlıyorum bu durumdan. Bu durumdan kimlerin ne gibi faydası var? Var demek ki mümkün olan en az müdahale yapılıyor.

PKK o bölgelerde kendini nasıl ilahlaştırmışsa bölge halkı da sinmiş durumda. Devletin halk evlerini PKK kendi eğitim yuvası olarak kullanabiliyor. Halka, oy kullanmamaları için baskı yapıyor, tehdit ediyor. Sonra şehit haberleri çıkınca vurun kahpeye diyerek bu insanlara da eziyet ediyoruz.

Abdullah Öcalan'a bakalım,onu uluslararası çapta kimler destekliyor ve istihbarata bakalım. Öcalan'ın yakalandığı süreci hatırlarsınız. Türkiye'den Suriye'ye kaçtı ve Suriye kabul etti. Türkiye baskı yapınca Rusya'ya kaçtı. Bu devletler Marksist yapıya sahip. Öcalan'da marksist bir kafaya sahip olduğu için sığınması kolay oldu. Daha sonra İtalya'ya gitti. Biz ne yaptık İtalyan mallarını yaktık. İtalya'nın da çok götündeydi sanki! İtalyan hükümetide Öcalan'ı ülkesinden çıkarınca, şu sıralar ekonomik anlamda batmış ve kurulduğu tarihten itibaren PKK'ya destek veren Yunanistan, Öcalan'ı Kenya'ya kaçırdı. Kenya'da yakalandı ve üzerinde sahta Kıbrıs Rum kesimi pasaportu çıktı.Karısı, Kesire Öcalan. Bu kadının babasının MİT için çalıştığı ciddi anlamda iddia edildi. vs.

Ayrıca biri twitterda "osmanlı dirilsin ve PKK bitsin" gibisinden bir şeyler yazmış. Geçen hafta arşivden çıkarılmış 1930 tarihli bir takım belgeler gördüm. Ve o belgelerde , Batman,Hakkari, Tunceli,Şırnak (gibi yerler, genel anlamda doğu) bölgelerinde asilerin ayaklandığını ve bilmem kaç kişinin "telef" olduğunu belirtiyor. Hatta bir örgüt ismi de vardı ama hatırlamıyorum. Yani demem o ki; terör olayları 30 yıllık geçmişe sahip değil, çok daha eski. Sadece ismi değişmiş. Gerisi hep aynı. Bu durum birilerinin işine geldiği için, birileri bundan maddi ya da manevi ya da her ikisi de çıkar sağladığı için bitmedi,bitmiyor,bitmeyecek.

Abdullah Öcalan ev hapsine de çıksa, meclise de katılsa, özerklik de ilan edilse bu iş bitmeyecek. Kendi yazdığı manifestosunda 4 kuraldan bahseder. 1. silahlanma 2. Özerklik ilan etme. 3. Türkiye toprakları içerisinde Kürdistan devletini kurma 4.Türkiye,Suriye,Irak,İran (Eksik ya da fazla ülkeler olabilir,tam hatırlamıyorum.) topraklarının içerisinde Büyük Kürdistan Devletini kurma. Yani bu savaşın bittiğini bizim görmemiz zor gibi.

16 Ekim 2011 Pazar

nefret bile etmediğim biri!

Benim üniversite zamanım baya yoğum geçti.ilk 3 yıl kulüp,dernek ayaklarında,son 2 yılda da çalışma ayaklarında geçirdim. 3. sınıftayken okulda çalıştım. Biraz da mecburiyet vardı ama iyi zaman da geçirdim. Çalıştığım bölüm, öğrenci kulüp koordinatörlüğü ve kariyer destek merkeziydi. Çalıştığım kişiler hakkında bir takım veriler sunacağım size. Bir iş yaptırmak için mecazende olsa kimlerin götünün ne şekilde öpüldüğünü tasvir etmeye çalışacağım.

O zamanlar aileden bağımsız paraya ihtiyacım vardı ve bir arkadaşımın haber vermesi neticesiyle bu işi buldum. Meğersem öğrencilere iş veriliyormuş,bilmiyordum. Aylık 100 TL ve yemek kartına başladım bu işe.O dönem moralim çok bozuktu ve içime kapanmaya başladım.Az konuşurdum, çok dinler gibi gözükürdüm,kimseye bulaşmazdım,sessiz sakin işime bakardım. 7 ay kadar çalıştım orda ve baya kişiyle tanıştım. Hatta şu an çoğu arkadaşlığımı oraya borçluyum gibi bir şey.

Neyse efendim işte, benim bu halim ilk önce insanları rahatsız etti.Daha sonra da ezik görmeye başladılar ki hiç götüme sallamadım.Yanımda çalıştığım kişinin asistanıydım. Bir önceki asistanı erasmusla yurt dışına gittiği için beni yanına aldı. Ama hep onunla kıyasladı. İşte o olsaymış bu şekilde yaparmış,o olsaymış daha seri ve düzenli olurmuş,o olsaymış daha çok eğlenirmiş falan filan. Hiç bir zaman kimseye yağ çekmedim ben. Yani " aaay bugün nasıl da güzelsiniz,saçlarını çok alımlı olmuş,şöyle şahanesiniz,böyle muntazamsınız!" demedim. Gerçekte güzel geliyorsa bana güzelliğini söylerim, güzel gelmiyorsa hiç yorum yapmam. Ve evet, kendinizi bir yere yamamak istiyorsanız "ufak yalanlar" söylemeniz gerekiyor.

Bu tarz çalışma yerlerinde,sessiz bir kişiliğiniz varsa hep birilerinin basamağı olursunuz ve ezilirsiniz. "Kullanılırsınız". Yapılan şeyler hep göstermeliktir,yalan dolandır,dostlar alışverişte görsün hesabıdır. Bir gazeteden,sabah mı milliyet mi ne, sosyal sorumluluk projeleri hakkında röportaj teklifi geldi ve soruları mail olarak attılar bu kadına. Kusura bakmasın ama sosyal sorumluluktan zerre anlamıyor. Bana verdi bu soruları,hepsini tek tek ben araştırdım,ben cevapladım.Ama gazeteye röportajı çıkan bu hanımdı.Ve ondan bundan övgü alan yine bu hanımdı.

Kariyer destek merkezinin canlanması için proje yazmam istendi. Oturdum yazdım. Ama bir türlü onaylanmadı, hep rektöre daha soramadım edemedim diye oyaladı beni. Sonra öğrendim ve gördüm ki projeyi yapmaları için daimi yavşakları ve şakşakçılarına vermiş. Normalde okulda yapılan her şeyin izin kağıtları ve afişleri benim elimden geçerdi. Tesadüfe bakın ki bu projenin hiç bir şeyi benim elimden geçmedi.Sorduğum zamansa o tiz ve bet sesiyle "bu proje bireye ait olamaz,artık okulun projesi deryaa!" dedi. Bu projeyle ben kendime iş bulacaktım. Ve bu projeyi verdiği kız şu an bir şirket de çalışıyor.Ayrıyeten proje bir internet sitesinde ödül aldı.Neyse, biraz zaman sonra bir araya geldik ve ben biraz sert çıkınca, " neyse çocuklar,arkadaşınızı da aranıza alın." gibisinden kendisine yakışacak saçma sapan bir laf etti ve ben o gün işten ayrıldım.

Her üniversitede olduğu gibi bizimkinde de kariyer günleri zımbırtısı vardı. Bunu da benim çalıştığım bölüm düzenliyor. Diğer asistanına fordda staj ayarladı ve "zaten sen istemezdin değil mi?" diyerek benim adıma karar verip beni sallamadı. Ben de tüpraş'ta staj yapıp ve bunu ona söylediğimde göt olmuştu.

Nedense benden hiç hoşlanmazdı. Aynı odada yurtlarla ilgilenen bir bayan vardı ve çok şeker bir kadındı. Durumumu izah edince,rektör yardımcısı ile konuşup bana yurt bursu verdirmişti. Bunu öğrenen diğer kadın hemen suratını astı, diğer asistanı için çok uğraştığını ve alamadıklarını,nasıl oluyor da benim alabildiğimi baya bir kurcalamıştı. Hatta becerebilse bana köstek olacaktı.

Bu kadın kendini elit,nadide ,modern bir insan olarak görüyor. Pahalı kıyafetler giyip,suratına boya sürünce,sergilere falan gittiğini bağıra bağıra söyleyince medeniyet kavramının içinde yer almış olmuyorsun canım. Ordan burdan bulduğun fişlerle okul yönetiminden para tırtıkladığını biliyorum. Hayatımın hiç bir evresinde senin gibi olmak istemem. Rektöre, rektör yardımcısına yaptığın yavşaklıklar,bir şekilde somut gelirler elde edebileceğin öğrencilere yaptığın yapmacık sevgi gösterişlerin çok itici.Başkasının sırtından geçinmek,senin olmayana göz koymak hiç hoş bir davranış olmasa gerek.

Çoğu kişi benim saf olduğumu söylüyor ama asla değilim. Kimin ne demek istediğini,ne yapmak istediğini gayet iyi anlıyorum ama saçma sapan nedenler yüzünden gerginlik yaşamayalım istiyorum. Yani ne kimse çok akıllı ne de ben salağım.Bu kadında kendini çok kıvrak zekalı olarak tanımlıyor. Allah'a havale ediyorum.Elbet bir gün karşılaşırız diyorum.

11 Ekim 2011 Salı

öğretmen atamaları

memleket meselesi olarak görülen öğretmen atamaları hakkında söylemek istediklerim var. eminim yine birilerine ters gelip beni facebook,ak bok listelerinden silerler ki umrumda değil. birinin canına tak etmiş bu atamalar ve demiş ki; " Kimse bir eğitim fakültesine laf olsun diye veya “bilim” olsun diye girmez. Hiçbir eğitim fakültesi öğrencisi “hele bir bitireyim de sonra ne iş olursa yaparız” mantığı taşımaz. Bir eğitim fakültesini seçmek ne işletme okumaya benzer ne de arkeoloji! Doğrudan bir meslek seçimidir eğitim fakültesine gitmek. O yüzden devletsen eğitim fakülteleri açıyor ve çocukları oralarda okutuyorsan, onlara öğretmenlik yaptırmanın da yolunu bulacaksın!"

eğri oturalım doğru konuşalım.kim üniversite sınavına girip "ben sınıf öğretmeni olacağım ya da fizik okuyup,öğreteceğim." diyor. cevap veriyorum; kimse! evet, oraya girenlerin çoğu yine maalesef ki puanı yettiği için mecburen okuyor. yoksa herkes doktor, mühendis,eczacı olmak istiyor. tamam kabul, işsizlik kötü bir şey ki ben de işsizim,gayet iyi anlayabiliyorum sizi. ama ben yapamayacağım bir işin görüşmesine bile gitmeyi kabul etmiyorum. şimdi her programda her sosyal paylaşım sitelerinde bilmem kaç bin öğretmene destek olun gibisinden bir şeyler söyleniyor. çok umutla bakmıyorum, belirteyim bunu öncelikle. ben olsam sistemin değişmesi için baskı yapardım,platform kurardım.

şöyle ki, herkes öğretmen olmasın kardeşim. nice geri zekalılar çocukların,gençlerin ağzına sıçıyorlar sırf kendi hayatları kurtulsun diye. kpss ile öğretmen ataması olmasın. ayrıca eğitim fakültelerinde ergen iletişimi, çocuk iletişimi, psikolojisi akı boku püsürü dersleri verilsin. veriliyordur belki ama daha bir verilsin. öğretmenlere bakınca olmamış diyorum çünkü. öğretmen adayları kendi branşları ve psikoloji üzerine sınavlara, mulakatlara tabi tutulsun. öyle her ay "belli bir kuruma yardım amaçlı para ödemesi" yaparak bir yerlere atanmasın ve atanma ihtimali de olmasın. misal, rehber öğretmenler- en azından benim gördüklerim- bir boka yaramıyor. intihara meyilli öğrenciye sadece götü yanmış gibi bağırıyor. yanlış!

öğretmen arkadaşlarım,asla sizi burada eleştirmiyorum. sistem bozuk ve biz de bu sistemin bir parçasıyız ne yazık ki. ama bencil olmayalım, başka insanların vebaline de girmeyelim. öğretmenlik yapmak herkesin harcı değil, kutsal bir görev. tüm öğretmen adaylarının atanmasını, işsiz kalmamalarını isterim. lakin gerçekten öğretmenlik vasıfları varsa.

oray eğinle ömür gedik gazeteci olmasın mesela.bu da ayrı bir konum.

1 Ekim 2011 Cumartesi

"biliyorum ki öfke geçiyor. bambaşka hallere bürünüyor duygular.
bir zamanlar uğruna ölürüm sandığım kişiler, olaylar, önemler; başka bir şeye dönüşüyor.
unutmak üzerine kurulu insan sistemi.
biraz susabilmeyi öğrenmek gerektiğini anladım.
kelimeler çok keskin, çok acıtıcıdır ve kan döker.
bense beni şaşırtacak kadar dövüşçü olup, ortalığı kan gölüne çevirebilirim.
ucundan kıyısından ağzımdan çıkanların tesirini gördüğümden bu yana, bunu pek tercih etmiyorum.
susulmuş, söylenmemiş çok şeyim var.
oysa ne çok anlatıyor gibiyim..
her zaman frene bastım. giderek daha çok basıyorum ve daha çok yoruluyorum.
ve arkamda yaralı bırakmak istemiyorum.
çünkü biliyorum; yaralı insan tehlikelidir."

bilmiyorum kim demiş.