5 Ocak 2011 Çarşamba

Beynelmilel bişey işte


Türk Sinema Tarihi dersimiz için Tibetle yaptığımız dönem sonu çalışmamızın bir kısmı.Sayın hocamız Pınar Tınaz içinizden geldiği gibi yazın demişti ama fazla içten olmuş sanki.

Filmimiz askeri yönetim dönemlerinin, günlük hayat ve sıradan insan üzerindeki etkileri ve kışla mantığının sosyal yaşama uyarlanması sırasında ortaya çıkan anlamsız ama çok trajik karmaşaları irdeliyor. Tüm bu gelişmeler, yörenin müziğinin başına gelenlerle birlikte, bir baba ile kızının hazin bir yolculuğu olarak anlatılıyor.
12 Eylül'e mesafeli ve bir o kadar da etkileyici yaklaşan film. Darbe dönemini anlatmak için seçilecek en güzel yol seçilmiştir bizce. 12 Eylül’de bu ülkenin solcusundan sağcısına, eğitimliden eğitimsizine, şehirlisinden köylüsüne kadar herkesin derinden etkilendiğini en güzel şekilde göstermiştir. Adını belki de birçok insanın duymadığı gevendelerin hikâyesini anlatırken hem ağlatmış, hem güldürmüş, hem de düşündürmüştür.

Senarist ve yönetmen Sırrı Süreyya Önder bir söyleşisinde "12 Eylül’de o kadar sert ve acımasız şeyler yaşandı ki bu ülkede, o derece sert ve acımasız bir dili yakalayamazdık, hünerimiz buna yetmezdi" diyerek hem oldukça alçakgönüllü davranmış, hem de o döneme ve bizzat kendi yaşadıklarına bile ne denli serinkanlı yaklaştığını göstermiştir. Senaryosu da gayet sağlam ve tutarlı geldi bize. Diyalogları çok başarılı, çok zekiceydi. Film hem bir solcu, hem bir asker, hem bir sıradan düğün müzisyeni, hem de saf ve âşık bir genç kız gibi bakabilmişti 12 Eylül’e.
Film, oyunculuk ve hikâyesindeki başarısının yanı sıra, kullanılan sinema diliyle de oldukça öne çıkıyor. Misal, darbeden sonra halkevinin üçüncü sınıf bir pavyona dönüştürülmesi, duvarında asılı duran Piç Haso tablosunun indirilip yerine Arzum Çilem posterinin asılması, darbenin bu ülkeden neleri silip süpürdüğü ve onun yerine ne tür değerleri getirmiş olduğunu gösteren harika bir metafordu. Onun dışında Abuzer'in kemanıyla Enternasyonali çaldığı sahnede, müzikten etkilenen diğer gevendeleri motive etmek için söylediği "baharı düşünün, çocukları, kuşları düşünün bu şarkıyı çalarken" demesi, ardından orkestradaki bir gevendenin "inanır mısın, sen kuşları, çocukları düşünün demeden önce de, ben daha odaya girerken bu müziği duyduğumda zaten baharı, çocukları düşündüydüm, ne garip" diye karşılık vermesi kadar hoş bir şey olamaz. Sonra Gülendam’ın Haydar arkadaşından duyduğu kulaktan dolma teorik bilgileri, eve geldiğinde, hayatın sillesini yemiş pavyon kadınlarına kelimesi kelimesine satmaya çalışıp da kadınların bu söylenenleri, her defasında birbirinden basit "ampirik" antitezlerle çürütmesi filmin kayda değer başka yönleri. Pavyonda çalışmak için gelen kadınlarla Özgü Namal'in yaptığı konuşmalar o döneme ışık tutabilecek anlardı. Haydar arkadaştan duyduğu lafları sıralarken kadınların devrim oldu da ne oldu ben hala pavyondayım hala acım tarzı konuşmaları çok güzeldi. Belki film dönemi çok farklı bir senaryo üzerinden anlatırken bizim gözümüzde bu sahneler ile canlandı. Hayat kavgasına düşmüş insanların çocukları devrim yapmaya çalışmıştı. Bu aslında varoşlardan gelen bir çocuğun milyoner olmak istemesi, doktor, kaymakam olmak istemesi gibi büyük bir hayaldi. Cunta ile bu hayallerin son bulması bir kuşak geriye gidilmesi, sırf çocuklarına mahcup olmamak için protesto yapmak isteyen insanların yok olması, geriye kalanların da değişmek zorunda kalması. Pavyondaki Picasso resminin inip yerine Arzum Çilem posterinin asılması gibi oldu bizce. Bir tarafta pavyonculuk yapan ailelerin diğer tarafta devrim yapmaya çalışan çocuklarının, ayni tarihte ayni topraklarda yasadığı anlar keşke bu şekilde sonlanmasaydı. İllaki devrimin olması veya bir grubun kazanması değil anlatmaya çalıştığımız. Belki zaman içinde amacın bir devri yıkıp diğerini başlatmak olmadığı pavyondaki kadınların, gevende olmak zorunda kalan insanların sorunlarının esas amaç olduğunu idrak edeceklerdi. Belki duvardaki Picasso resmi inecek yerine henüz doğmamış doğmuş olsa bile resim yapmayı tercih edememiş yine o insanlardan birinin çocuğunun çizdiği bir resim asılacaktı.
Filmin bir güzelliği de karakterlerin derinliğini ayrıntılarla çok basarîli bir şekilde vermesi. Bir kaç kritik diyalog, vücut dili ile uzun anlatılsa sağlanmayacak bir sahicilik sağlanmış aslında. Tabii oyuncuların da doğallığıyla, hayret ama Özgü Namal da dâhil olmak üzere belki bir tek devrimci genç Haydar tam olmamış hissi verdi Beynelmilel'de. Ya da nedense böyle filmlerdeki devrimci genç karakteri bir tür tip, model olmaktan genelde kurtulamıyor. Belki kabahati bu gençleri ve sosyalizmi karikatürize eden, bir kaç basit slogana, toplumdan kopuk hayalci bir duruşa indirgeyen seksen sonrasının genel kültüründe aramak gerek. Fakat filmin bütünlüğü içinde Haydar karakterindeki derinsizlik de çok rahatsız edici değil. Çünkü biz kendi adımıza filmin o çocukla ve inandıklarıyla dalga geçmek gibi bir niyeti asla olmadığına en başından inandık.

Bu filmi belki izlemeyene anlatmak, beğendirmeye çalışmak zor, çünkü güzelliği, etkileyiciliği ayrıntılarında. İnce esprilerinde ve hikâyenin kaçınılmaz acı sonunda. mesela Meral Okay ve Dilber Ay'ın oynadığı pavyon kadınlarının hayattan çıkardıkları dersler, kostümleri - en basta Meral Okay’ın bir röportajda söylediği gibi kendisinin seçtiği leopar desenli tuniği, mavi taytı gibi- askere, subayların şekilciliğine, kasıntılığına sokulan ince laflar, 'temsili düşman' kostümleri içindeki gevendeki orkestranın müziğiyle yapılan cenaze merasimi, baharı karşılama tadındaki komünist enternasyonal marsı, dönemi gerçekçi bir şekilde yansıtmaya çalışırken verilen emek, sokaklardaki reklamlar ve müzik, kesinlikle müzik. Bir de baba Abu zer’in kızına attığı tokat... Nihal B. Karaca yazmış Zaman'da, doğduğundan beri halkın tokadını yiyen Abu zer’e göre, bir bakıma halkın mazluma vurduğu tokat cuntanın tokadından hafif değil.
Beynelmilel, solcusuna da, askerine de, tarafsızca bakabilmiş, -halka eziyet eden- askeri idareye getirdiği eleştiri kadar, onun karşısındaki -halktan uzak- "devrimci" görüşü de ince pek güzel iğnelemiş ki bu durum onu emsallerinden ayıran bir başka özellik olarak göze çarpmakta.

Sanat dalları içinde müziğin, örneğin resime oranla insanın ruhuna daha doğrudan ve daha etkili dokunduğu bir gerçek. Bu cümleden olarak, filmde yerel çalgıcılar, ilk defa duydukları enternasyonal marşını hemen benimserler fakat guernica dan pek bir şey anlamayıp, icabında dalga da geçebilirler.
Şurada (bkz: http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=209076) rastladığımız, kendine eleştirmen diyebilen bir adam, nasıl hem bu gerçeği göremez, hem de filmin en anlamlı sahnelerinden biri olan; halkevinin pavyona dönüştürülmesini ve Guernica nın duvardan indirilip yerine bir artiz afişi asılması mecazını anlayamaz.Oysa belli ki filmi yapanlar, tüm bunlarla izleyiciye, malum darbenin, bir toplumun değerlerini nasıl tepetaklak ettiğini anlatmaya çalışıyorlar; yoksa Picasso ya hakaret etmeye değil.

O değil de, Gülendam in yoldaş sevgilisi için bir çeyiz titizliğiyle hazırladığı "cuntalar olmasın" afişinin dünyada bir benzeri var mıdır bilemeyiz, ama o ne anlamlı, o ne güzel bir afiştir.
Cezmi Baskın, sade, "küçük" oyunculuk gösterisiyle adeta devleşirken, tüm büyük oyuncular gibi canlandırdığı karakterle bütünleşerek, perdeden gözümüze, tam anlamıyla sevecen bir baba ve fakir ama gururlu bir çalgıcı olarak görünüyor.
Özgü Namal ise, her zaman üzerinde taşıdığı şirinliğine, saflığını ve duygusallığını da ekleyerek yine iyi bir iş çıkarıyor.
Organize işlerde "fark ettiren" oyunculuğuna tanık olduğumuz Nazmi Kırık, sempatikliğiyle, bizim bu filmde en dikkatimizi çeken oyuncuydu. Özellikle pavyon sahnesinde, şarkı icra eden "sanatçıların arkasındaki hallerine gülmemek elde değildi.

Gülmek deyince hemen hatıra gelen, orkestra oldurulmuş geven delerin, ilk cenaze merasimi görevlerinde, Chopin’in cenaze marşının arasında -aslında tuhaf bir şekilde çok yakışan- klarnet taksimi ve gazel attırmaları; sonra da merhum toprağa verilirken "allahümme salli" çalmalarıydı ki, tüm bunlar adamı güldürerek öldürebilecek etkiye sahipti.

O dönemi yaşamamış, üstüne üstlük o zamanlar ne olup bittiğine dair bir bilgiye de sahip olmayan gençlerin bu filmden nasıl ve ne ölçüde etkilenip, "zevk" alacaklarına dair kuşkularımız olsa da, -bencileyin- olayların içinde yer almışları anılardan anılara savuracağı, her ayrıntıdan paylarına bol bol duygulanmalar düşeceği kuşkusuzdur.
Filmde halkın, konsey üyelerinden yani devletten istemeye cesaret edebildiği tek şey var. Televizyonda hava durumunda Adıyaman ilinin de meteoroloji bilgisinin verilmesi. Konsey üyelerinin geleceği miting meydanında halkın elinde tuttuğu bir pankartta su ifadeler yazılı; hava durumunda Adıyaman’ı niçin söylemiyorlar paşam.

Türkiye tarihinde devletin hep alan olması, hiç veren olmaması ve bu basit ama saçma isteğin dillendirilme cesaretinin gösterilmesi insani kendi haline güldürüyor. Aş istemiyorlar, iş istemiyorlar, özgürlük istemiyorlar, bugün devlet millet için çalıştık, yarın da kendi rızkımız için çalışacağız diyorlar. İnsanların üniformadan korktukları bir ülke olmak, halkın ne kadar çok tokat yediğinin de bir işareti. Aslında söylemek istenilen çok açık, artık tokat yemek istemiyoruz.

Konusuyla, kurgusuyla, oyuncuların kalitesiyle, çekilmiş en güzel Türk filmlerinden biri. Kıyafetler, mekânlar özenle seçilmiş, o tarihte Türkiye'deki insanların ve gençlerin yaşam biçimi çok iyi yansıtılmış. Ama bazı gözden kaçan hatalar var;
İlla hata aramaya kasıldığında, cenaze aracının en az 95 model olduğu görülebilecek film. Oysa film 80 'li yılların ilk dönemlerinde geçiyor. Kostümler, sanat yönetimi pekiyi değildir (misal, Haydar Kardeş'in giydiği kot pantolon bugünün en şık kot pantolonudur, zamanıyla ilgisi yoktur). Filmde Özgü Namal'ın canlandırdığı karakter okuyup kaymakam olacağından bahseder. Oysa film 1982'de geçmektedir ve ülkemizde kadınlara kaymakam olma hakkı 1989'da verilmiştir. Arka plandaki resimler, dergiler vs. ise hiç 1982 senesine uymamış. Müslüm de o sıralar henüz baba değildi.
Film finalindeki sorgu sahnesi dışında -ki en üst düzey askeri yetkililerin bir bando tarafından komünist enternasyonal marşı ile karşılanması gibi abartılı bir olayın ardından hangi dönem olursa olsun bundan farklı sahneler yaşanacağını düşünmüyoruz- hiçbir eleştirel öğe içermiyor. Hatta sorgu sırasında götürülen Abuzer'in, gözaltında ölüp ölmediği de belirsiz. Haydar parkta askerlerin kimlik kontrolü yapmasını eleştiriyor. Sıkıyönetim olmasa da, bugün de en azından otobüslerde bunu yaşamıyor muyuz? Polis yâda jandarma'yı hiç kimlik kontrolü yaparken görmediniz mi?

Cunta tabirinin kullanılmasının yanında bir kaç basit anekdot dışında 12 Eylül yönetimi eleştirilmiyor. Bunun yerine halkın hissettiği baskı teğet geçilerek, insanların bencilliği ve duyarsızlığı anlatılmış. O insanlar neden korkuyor bunu anlatmıyor film. Anladın sen deyip geçiyor çoğu detayda. Örneğin bir babam ve oğlum daha az siyasi bir film olmasına rağmen, nedensellik olarak çok daha sert ve açıktı.

Bizim fikrimiz filmin en büyük eksiği dönem filmi olma kaygısıyla çekilmiş olması. Üstüne üstlük yönetmenin bir röportajda "istesekte o kadar sert olamayız" gibi bir ifadesi var. Şöyle yorumladık biz bu sözü:

"Kahve yapacağım ama içenlerin uykusu kaçırmasın o yüzden kahveyi az koyayım, şeker ve sütü bol olsun." pekâlâ...

Ha... Abuzer, Gülendam’a tokat attıktan sonra öyle bir konuşma yapıyor, öyle bir "senin o halkın var ya senin o halkın..." diyor ki; işte o çaresizlik, o içtenlik yıkıyor dağıtıyor insanı. Kız onun ekmeği için her gün parçalanan parmaklara krem sürüyor ağlayarak. İşte bu sahneler filmi olması gerektiği gibi yapıyor. Sizi gevendelerin öyküsüne götürüyor, acıtıyor.

Bu sahnenin dışındaki tüm film güldürme, düşündürme ve hatta ağlatma yöntemi açısından her biri için ayrı "yine mi yaa" dedirtecek derecede sıkıcı.

* güldürmek için halkın cehaleti.
* düşündürmek için birkaç sorgu ve dayak sahnesi.
* ağlatmak için iyi çocuklardan birinin ölümü.

2 yorum:

  1. Atilla Dorsay çüküsünüzü yesin. Yönetmene "filmi anlat" desen yazamaz bu kadar :D

    YanıtlaSil
  2. AA ile geçtik zaar. =))

    YanıtlaSil